“Geleceğin insanı kendi sınırlarını geçen olacak”

Kızım ve ben havayı güzel bulduk mu ya da boş bir vakit, mutlaka keyfe ve keşfetmeye değer bir şeyler yaparız.


Onunla gezmek, o hayatı deneyimlerken verdiği tepkiler, beni hem çocukluğumun güzel anlarına götürür, hem de onun sevincine ortak olurum.


Pazar günü, Facebook’a gelen bir mesaj üzerine derslerimizi bitirip, hemen harekete geçtik.


Ona sadece hazırlanmasını söyledim.


Gideceğimiz yer ya da ne yapacağımız konusunda bilgi vermedim. Biraz merak ve heyecan yaşasın istedim. Hayal gücü harekete geçsin, ne yaşamak istiyorsa kendi düşlesin diye.


Geçen haftalarda yine bir cumartesi günü birlikte kaçamak yapmıştık.


Önce Dolmabahçe’ye gitmiştik. Ardından hayvan sergisine ve sonra büyülendiğimiz, uzun bir süre çıkmak istemediğimiz Van Gogh resim sergisine... O kadar güzeldi ki!


Sergileri çok severim, ama bu sergi sunuş açısından çok, ama çok güzeldi. Hem orada içinde oluyordunuz resimlerin, hem başka bir yerde, kendi düşünüzün içinde uyanıyordunuz.

Ala da çok keyif aldı ve kendini, renklerin, müziğin dansına bıraktı.


O cumartesi eve geldiğimizde inanılmaz güzel resimler yapmıştı. Kendi kurallarını yıkıp, içinden gelen renklere, düşlere bırakmıştı kendisini. Tahmin ediyorsunuz değil mi ne kadar mutlu olduğumu?


Bir çocuğa hayallerini, hayal gücünü hediye etmek ne güzel şey.


Oğlum bisiklet istediğinde annemle çatışmıştık. İzmir’de Halil Rıfat Paşa’da, İzmirliler bilir, bol yokuş vardır. Üstelik hem yokuşu oldukça dik bir sokakta oturuyorduk, hem de apartmanın çatı katında. Tabii ki oğluma bisiklet aldım.


Annem çocukken bana almamıştı. Her zaman bir bahanesi vardı. “Büyüdüğünde, büyüdüğünde...” der dururdu. Büyüdüm, ama sanırım annem fark etmedi.


Oğlum daha küçük olduğu için, bisikleti sahile kadar ben taşırdım. Önce çatı katından indirir, ardından yokuş, sonra cadde ve en nihayet sahil. O bisikletini mutlulukla sürerken, ben çimenlere oturur, kitabımı okurdum.


Şimdi oğlumun en sevdiği hobilerden biri, bisiklete binmek. Üstelik, sağlıklı ve zinde olmasını sağladığı için de güzel bir araç...

Çocuklara sevdikleri şeyleri yapabilmeleri için izin vermek, desteklemek ne kadar güzel. Zaman zaman onları bırakmamız gerektiği anlarda, artık bizden bağımsız olduklarını, bize ait olmadıklarını, kendi tekâmülleri olduğunu bilip, saygı ile önlerinden çekilebilmek.


Onların, hem kendilerine güvenmelerine, hem de sizinle sağlıklı bir ilişki kurmalarına vesile oluyor.


Gelelim hafta sonu kaçamağımıza; Galata Kulesi'nin etrafında biraz dolaştıktan sonra, Esme kardeşin de desteğiyle adrese ulaştık.


Merdivenleri dar bir apartmanın ikinci katına çıktık. Ala bu kadar dar merdivenleri ilk defa gördüğü için şaşırdı. Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdiğimizde, etkinlik çoktan başlamıştı bile. Ben, Esme’nin bana ayırdığı sandalyede oturdum. Ala ve Esme ise yere oturdular. Pek çok kişi yerde oturuyordu. Bir o kadar kişi de sandalyelerde. Her yaş gurubundan insanlar vardı.


Elma, muz, ceviz, kuru kayısı servis ediliyordu. Ala daha ilk dakikada, tavşan gibi bir elmayı keyifle yemişti bile.


Duvarın kenarına serilmiş yer minderlerinin üzerinde, etkinliği düzenleyen, bize masallar anlatacak kişiler oturuyordu. Evet, biz, “Dünya Masal Günü”ne gelmiştik. Hem masal dinliyor, hem eşlik ediyor, hem de, yine orada bulunan kişilerin, ilginç müzik aletlerinden çıkardıkları müzikleri dinliyorduk. “İlginç” diyorum açıkçası daha önce hiç görmediğim şeylerdi.


Ben, işin açıkçası, Judith’in anlattığı masalları çok sevdim. Bazıları kişisel gelişim üzerineydi, ama hem çocuklara, hem biz büyüklere çok güzel ulaşmasını, ifade etmesini bildi. En çok, “Kırmızı Başlıklı Kız” masalına güldüm. Dünyada 600’e yakın uyarlaması varmış Kırmızı Başlıklı Kız’ın.


Judith masala başladığında, etraftaki çocuklara sorular sordu ve onların verdiği cevapları masala kattı.


Kırmızı başlıklı kız birden, mavi-pembe şapkalı kız oldu. Üstelik, anneannesine tatlı olarak da jelibon götürdü. “Kırmızı Başlıklı Kız”, pardon, “Mavi-Pembe Başlıklı Kız”dan, hiç bu kadar keyif aldığımı hatırlamıyorum. İnsanın içini ısıtan bir masal.


İşin açıkçası, kızıma pek eski masalları anlatmıyorum. Özüne bakınca çok da bir şey vermediğini, bilakis aldığını düşünüyorum. Bizim dönemimizde, o masalların bize verdiği zararlar malum, öyle değil mi?


Başımıza kuş konacak sanıp, küçük yaşta evlenen olmadı mı? Ya da kurtlar yolda kapar deyip, hayallerinin peşinden gitmeyi bırakanlar.


Sevgili Judith masalı değiştirmiş. İyi de yapmış. Masalı anlatırken, ölümü de çok güzel ifade etti. Anneannelerin ölebileceğini, bunun da, yaşamak kadar doğal olduğunu vurguladı ve kurt, anneanneyi gerçekten yedi.


Daha önce saf olan kızımız ise, kurda kanmadı ve onun elinden kurtuldu. Yani gücünü kabul etti. Aklını kullandı. Evet, belki başta kurt yolundan şaşırttı onu, ama sonucu belirleyen, kendi aklı ve yüreği oldu.


Hayat gibi değil mi? Bazen istemediğimiz şeyler yaşayabiliriz. Ya da domuz gibi bildiğimiz halde, bile bile lades deyip, başımıza çoraplar öreriz.


Her ne olursa olsun, sonucu belirleyecek olan, yine bizim seçimimizdir. Hiçbir güç, bunu sizin yerinize yapmaz. Yaratan, bu yüzden özgür iradeyi bize vermiştir.


İşte onu kullanmak, bizi kul yapar. İşte, özgür irade ile biz, nefsimizden arınır, güzel edeplere bürünürüz.


Masalları dinlerken, sık sık kızıma baktım. Dikkatle dinleyişine. Ona neler kattığını bilmiyorum bu deneyimin, ama güzel bir hayal gücü kattığı, kelimelerin, onu kendi masallarına götürdüğüne eminim. En azından, televizyon karşısında yaşam enerjisini tüketmedi, yaşam enerjisi aldı.


Masallar bitti ve yola çıktık. Galata Kulesi’nin dibinde, bir çay bahçesinde oturduk, tostumuzu yedik. Nostalji keyfi yapıp, oralet içtik. Bu arada, yanında getirdiği kitabını okudu. Biz de Esme kardeşle sohbet ettik, etrafı izledik. Ardından, ara sokakları turladık.


Tarihi tünelden Karaköy’e indik. İner inmez bizi kucaklayan balık ekmek kokusu harikaydı. Ahh bir de aç olsaydık da, o keyfi de yapsaydık. Sonra otobüse bindik.


Bir yaşlıya yer verdik. Baktık ki Van Gogh sergisinin oradan geçiyoruz. Şoförden rica ettik, kırmızı ışıkta otobüsten inip, sergiye tüm hızımızla koşmaya başladık.


Kaçırmak istemiyorduk ve vakit oldukça geçti. Koşarken kızım durdu. Durunca, ben de dönüp ona baktım. Bana bakıyordu. Dudaklarıma bir öpücük koydu. “Hayrola?” dedim. “Hiçbir anne, senin gibi otobüsü durdurup, kızını sergiye götürmez” dedi. Yeniden koştuk ve son yarım saate yetiştik.


Yere oturup, kendimizi renklere ve müziğe bıraktık. Yanımda oturdu. Resimler üzerine sohbet ettik. Bana duvardaki yazıları okuttu. Van Gogh’un anılarından alıntılar olan yazıları. Bir yazıda, geleceğin ressamından bahsediyordu. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle diyordu:

“GELECEĞİN RESSAMI, KENDİ SINIRLARINI GEÇEN OLACAK.”


Heyecanla bana, “Anne, o ben olabilir miyim?” dedi.



Gözlerine baktım ve “Ala, herkes olabilir. Ama bunu denemeden bilemezsin.”


“Ama o, ben olabilir miyim? BENDEN BAHSEDİYOR OLABİLİR Mİ?”


“Evet, kesinlikle olabilirsin” dedim.


“Neden peki” dedi. “Neden ben?”


“Çünkü sen, ben olabilir miyim diye sordun”.


“Tanrı, soruları cevapsız, çalınan kapıları kapalı tutmaz. Ama cevap için, soruları sorman, merak etmen gerekir. Açılması için de kapıları çalman.”


Kızım resimlere daldığında, aylar önce bana sorulan “Hayat sizce nedir?” sorusuna, şimdi olsam şöyle yanıt veririm diye düşündüm. “Hayat, düşüncelerini, inandıklarını, hayallerini, hayata geçirebilme sanatıdır”.


Aşk’la…


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.