Anlatınca komik olmayacak!

Bir arkadaşlarımızla yemekteyiz. Senin toplantı nasıl geçti, ötekinin o dışarıdan alacağı iş ne oldu, annenler geldi mi, oğlanın dersleri nasıl gidiyor gibi konular arası trekking. Garson araya repliklerini bırakıp bırakıp gidiyor, “Karabiber ister misiniz?”, “Su bitmiş. Başka?”, “Tatlı ne arzu edersiniz?”e kadar yolu var.


Konu kısırlığı çekmesek de biri soruveriyor: “21 Aralık’ta ne yapıyorsunuz?”

Bir akşam yemeğinde sıfır sorunlu dış politikamızı ve sıfır toleranslı iç politikamızı konuşmasak da olur. Ne de olsa bunlar son yemeklerimiz.


Arkadaşımızın oğlu Rüzgâr, daha kimse ağzını açamadan, “Ne var 21 Aralık’ta?” diyor. “Oğlum dünyanın sonu geliyormuş” cevabına Rüzgâr başka bir soruyla gelecek: “O yılbaşı değil miydi?” Dünyanın sonunu 10 gün öne çekmişler deyip gülüyoruz, Rüzgâr’ın haberi yok, legolarına geri dönüyor, onun dünyası daha eğlenceli. Yemek bitiyor. 22 Aralık’a randevulaşıyoruz.


Belki bir kahvaltı yaparız. Nasılsa kıyamet kopmayacak, dizi bitmeyecek, sadece sezon finali yapıyoruz.


Çünkü 22 Aralık sabahı uyanacaksın ve hiçbir şey değişmeyecek. Herkesin kabilesi belli, kabilenin kuralları belli. Her şey ama her şey aynı kalacak!


Bir Edward Hopper tablosu gibi çünkü hayatın, o ev, o barda oturan adam, sen de işte o tabloya bakar gibi kendi hayatına bakacaksın.


Şu olacak: Her sabah uyanacaksın. Ne giyeceksin diye camdan bakacaksın ama şehrin havasının sabahla alakası olmayacak. O pantalon hep ince kalacak, o kazak hep bir fazla. Bereni hep unutacaksın. Kahvenin son yudumu hep bardakta kalacak. Senin hemen evden çıkman gerekecek.

Hep kendini bir yerlere koşarken bulacaksın. Durakta gördüğün otobüse koşarken hep ayakkabının sağ tekinin bağcığı açılacak. Yere eğilirken çantan sırtından devrilip, kafana çarpacak. Telefonun düştü mü diye kontrol edeceksin. Otobüse yetişsen de metroyu hep o bir dakikayla kaçıracaksın.


Dolmuşun şoförü hep senin verdiğin 20 liraya bakıp “Bozuk yok muydu abla? Daha yeni 50 lira bozdum” diyecek. Dolmuş hangi şeride girse trafik o şeritte duracak. Sen randevuna geç kaldın diye soğuk terler döksen de yine o randevulara erken giden ve bekleyen sen olacaksın. Sen hep bekleyeceksin.


Doğum gününde ilk senin aradığın arkadaşın akşamın körüne doğru “Ya aklımdan çıkmış canım” diye seni arayacak. O saate kadar çok kızacak, sesini duyunca ‘Olur böyle şeyler’ diyeceksin, ama yine kendini gol yemiş hissedeceksin. “Ben olsaydım…” diye başlayan cümleler kuracaksın, hâlbuki zaten sensin. İşe gideceksin. Stajyer kızla aynı anda tuvalete gireceksin. Kapıyı sen açacaksın, kapıdan ilk o çıkacak, çıkarken sana “Mersi canım” diyecek. Sen elinde kapı, kendi gençliğine bakıp, başka stajyerlerin terbiyeli davranacağı günü bekleyeceksin. Gelmeyecek. “Biz böyle değildik” diye o solup solup yeşerttiğin cümlenle yaşıtlarınla “Galiba yaşlanıyoruz” muhabbeti yapacaksın.

Senden daha kabiliyetsiz olan, daha görgüsüz ve daha utanmaz olan senden az çalışacak senden çok kazanacak. Bu memlekette, cehaletin ve terbiyesizliğin ve peşi sıra gelen hırsın ödüllendirildiğini bir kez daha göreceksin. Sen hep o doğum gününe gitmek istemeyecek, hep gidecek ve hep en çok sen eğleneceksin. “O son birayı” hep içecek, ertesi gün evde aspirinleri ararken, “Ah be aklımdaydı geçen gün eczaneden almak” diyeceksin. Kulaklarına kolonyalı pamuk tıkıp idare edeceksin. Annen aradığında, “Ha yok ya, çok içmedik, müzik çok yüksekti, ondan başım ağrıyor” diyeceksin. Annen zaten sana inanmayacak.


Annen senin o sevimsiz akrabanızın sevimsiz kızının düğününe gelmemek için uydurduğun bahanelerine de inanmayacak.

“Gel bir yarım saat dur gidersin”le başlayan konuşmanız “Anne ben ofisteyim, işim var, beni meşgul ettiğin konuya bak”la bitecek. Ser verip sır vermek istemediğin ofis ortamında münasebetsizin biri gelecek ve illa ki, “Annenle mi tartışıyorsun? Ayıp değil mi?” diyecek.


Başkaları hep kendisini senin vicdanının kahyası sanacak. Neyden uzak durmaya çalışıyorsan, o gelip seni bulacak. “Bende bela mıknatısı mı var arkadaş?” diye soracaksın, cevabı olmayacak. Apartmanda çöp toplama saatini hep kaçıracaksın. Hep ertesi sabah bir tek senin kapındaki çöp ertesi günkü çöp vardiyasını bekliyor olacak. Çöplerin bile senin kaderinin bir replikasını yaşayacak. Onlar da bekleyecek. Sen de takdir-i ilahiyi bekleyeceksin. Sonunu bildiğin filmler olacak.

Arkadaşını bok gibi ortada bırakıp koşa koşa bir paçoza varan o aptalı sokakta göreceksin. Kafanı çevireceksin. Elin telefona gidecek. Arkadaşına “Rezalet görünüyordu, ayı gibi de kilo almış” demek isteyeceksin, sonra duracaksın.


“Şimdi toplantıda canını sıkmayayım” diyeceksin. Arkadaşını üzeni sen sevmeyeceksin. Elinde tek silahın ve tek kurşunun var. Diyeceksin ki, “Bak gör o paçozu da aynı seni bıraktığı gibi bırakacak. Bak söz veriyorum.”


Hayatın veremediği bütün sözleri sen vereceksin. Verdiğin sözleri hep sen tutacaksın. Çok kırılacaksın. Ondan beklemediğin ondan gelecek.


Ama kursağında kalan sözleri hiç sarf etmeyeceksin. “En yakınlarım” dediklerinin dahi sana zaman zaman ne kadar uzak olduğunu fark edeceksin.


Kıyıdan uzaklaşmama sözü verdiğinizi bir sen aklında tutacaksın. Çok sinir olacaksın. O şehirdeki ağaçlar sökülmesin diye yapılan protestoya bir sen gideceksin. Cumartesi günleri 12’de o lisenin önünde hep sen olacaksın.


Arkadaşların hep yüreğini ve aklını seninle gönderecek. Sen ritmi bozuk, temposu düşük, ezberden sloganlar atarken arkadaşın İKEA’da raf seçiyor olacak.


Ama aklı ve yüreği seninle işte kurcalamayacaksın. Arkadaşlarının plastik üzüntüler yaşamasına hiç alışamayacaksın. Bir doğum kontrol yöntemi olarak mahcup olmayı ya da utanmayı sen seçeceksin. Her günün bu kadar fazla ve boş konuşan insana bakmakla geçecek. Onlar çok eğlenecek, sen de eğleniyormuş gibi yapacaksın.

Başbakan çıkıp hep bağıracak. Ecdadından girecek, besmeleyle uzaya daha ne uydular gönderecek. 31 Aralık’ta doğan ilk bebeğe Göktürk–2 adını verenler çıkacak.

Öğüt verme değil, öğüt alma makamında duran muhalefet liderinin bir gün hiç beklenmedik bir çıkış yapmasını bekleyeceksin, gelmeyecek. Turgut Uyar, Edip Cansever her geçen gün biraz daha mevlanalaşacak. O kız Didem Madak’ı hiç bilmeyecek, Bülent Ortaçgil’i bilmeyenler bilenlere anlatamayacak. Sen Teoman’ın tombiş fotoğraflarına bakıp gülerken, Başbakan çıkıp Mevlana’nın izinde olduğunu anlatacak.


“Çünkü biz Hint Yarımadası’na orada zulme uğrayan insanlar için donanma gönderen Osmanlı’nın torunlarıyız. Ama bunların büyük devlet olma diye bir ufku yok. Bunlar cüce, cüce, bunlardan bir şey olmaz.” diye bağırdığında cücelerden çok korksan da onlar için bir tek sen üzüleceksin. Cüceler de zaten Başbakanlığın önüne gidip, çelenk bırakıp halay çekmeyecek.

İlçe müftülüklerinin açtığı kefen kursuna kadınlar büyük ilgi gösterecek.


Kefenledikleri mankenin kıçına pamuğu tıkarken utanıp odayı terk eden kadınlar olacak. O kurs Uludere’deki kadınlara verilmeyecek. Ülkenin doğusunda toprağın altına çocukların kefene ihtiyacı olmayacak, onlar evdeki kilimlerle gidecek. Birbirlerinin ölüsüne ağlamayanlar nasıl bir arada yaşar diye düşünen sen olacaksın.


Bir piyango bileti alsam, bana çıksa, kaçsam buralardan diyeceksin ama amorti bile isabet etmeyecek.


Annenle baban senin o hiç sevmediğin adamın yazılarını kesip kesip sana saklayacak. Okuyor gibi yapacaksın. Bir kendine bir sokağa baktığında hep biraz daha yalnızlaşacaksın. Bu ülke seni haksız çıkaracak. Hiç kızmanın lüzumu yok. O taksi yine seni almayacak. Karşıdan gelen kadın şemsiyesiyle yine senin kafanı delecek. Marketteki domateslerin arasından mandalina çıkacak. Güleceksin. Senin çok güldüğüne başkaları gülmeyecek.


Her günün aynı olacak. Bu ülkede yaşamaya dayanmak için bir psikiyatrisin yazabileceği bir reçete yok. Ya devam edeceksin ya da işte anlatınca komik olmayacak.

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.