Geçen hafta başladığımız Aynaroz gezimize kaldığımız yerden devam ediyoruz... Sabah duasındayız... Duyuyor gibiyim. Muhtelif lisan ve görüş sahibi... Ama ortak bir payda: Saydırmaktalar! “Kardeşim cami nereden çıktı. Başka yer mi yok! Münasebetsizliğin âlemi var mı?”


Oysa. Hele bir dursanız, dahası soluklansanız... Önce derdimizi diyelim. Sonra boynumuz kıldan ince...


Tefrika malumunuz Aynaroz’dayız. Burası çok özel bir yer. Sadece tabiat ve mimari ve nüfusu ile değil. Tarihi, geleneği ve mistisizmi ile istisnai... İçeri girip, çıkmanın Yunanlılar için dahi sıkıntılı olduğu bir yarımada. Mitolojik Athos Dağı ve etekleri... Yamaçlara, sağa sola serpilmiş manastırlar. Vaziyet planı öyle yan yana, bitişik nizam sanmayasınız. Kestirmeden, patika ile yürüyüş mesafesi sıkı adım bir buçuk saat. Bu da en yakın olanların arası... Bazılarına hiç karayolu yok.


Tut ki yolu bildiniz, buldunuz. Kadın değilsiniz, çocuk da değil. Onları yemin billah almıyorlar. Ya yetişkin bir erkek! Saçınızı ve sakalınızı da kestiniz, şart öyle. Harekete hazırsınız.


Yağma yok. Vize? Geçen hafta yazmıştık ya burası özerk bir mahalle... Şayet elinizde mühür ve imzalarla bezeli müsaadeniz yoksa nafile...


Anlattıydık, UNESCO’nun “bir bütün olarak” insanlığın kültür mirası kabul ettiği yarımadaya ulaştık. Günün ilk duasına davetliyiz: Sadece usulen haber verdiler. Karar sizin... Saat 03.00. Katılırsınız ya da uyursunuz...


Soruyorum. Bu duanın kazası var mı? Yokmuş. Davranıyoruz. Kilisenin içinde, uykulu gözlerle yön tespiti derdindeyiz. Yanlış olmasın adaba uygun vaziyet almalıyız.


Ve ayin başlıyor. Terbiyeli bir ses kubbeye yükseliyor, nefes kesici bir yoğunluğu var. Ansızın, beklenmedik bir cevap yükseliyor. Cevap mı, yoksa destek mi çıkıyor? Anlamalıyım. Bilmek istiyorum. Oysa işimiz kolay değil. O an “çekik gözlünün ping pong topu” oluveriyoruz.


“Her yeri ve her şeyi tarassut” edelim diyerek, mevzilenmişiz ya. Dua, kâh sağ kâh soldan, bilindik kulvarda coşan bir şelaleye dönüyor. Sağ kanatta hallice bir bariton var. Sol da ise bir tenor. Büyülü bir ses tahterevallisi...


Bu mudur? Hiç olur mu?


Az sonra, “nefes kesici bir sanat gösterisi” başlıyor. Sanat uhrevi olabilir mi?


Evet. O akşam buna bir kez daha imandayız...


Mimari ile dans

Simsiyah giyinmiş, uzun saçları toplayarak berelerinin altına yerleştirmiş papazlar, doğruluyorlar. Ansızın... Hep birlikte...


“Tanrı, Hz. İsa ve Meryem Anne’mizin” adı geçmiş olmalı.


Duayı okuyan ve sayfaları çevirenler istifini bozmuyor. Ya diğerleri? İşte onlar kilisenin içinde dönmeye başlıyorlar.


Önce sağ kolonlara gelip selam veriyor, üzerine resmedilmiş, zamanın yaşlandırdığı ama silemediği tasvirleri öpmeye başlıyorlar.


Hemen ardından sıra sol kolonlarda. Cüppelerinin eteklerini savurarak bir o yana, bir bu yana selamlar ifa olunuyor.


Ardından tekrar dua okuyanların kanatlarına mevzileniyorlar.


Bir “Mevlevi ayini” ile “modern bale sahnesi” arasına yerleşmiş gibiyiz. Büyülenmiş, sessizce seyirdeyiz... Titrek mum ve kandil ışıkları; ikona ve fresklerin rengârenk dünyaları; altınlar, gölgeler...


Her şeyi ile tek defaya özgü bir zaman...


Ayin bitiyor adeta yerimize mıhlandık.

Kilise yavaştan boşalıyor. Yanımızdan geçerken bizi de selamlıyorlar. Çıkışlarını bekliyor, sona kalıyoruz. Ortaya gelen iyice yaşlı bir papaz yere eğiliyor. Ayinin sonunda ikram olunan ekmekten yere düşen kırıntıları topluyor.Ta ki kubbenin altındaki “beyaz Marmara mermeri bembeyaz” oluncaya dek.


Saat beşten sekize kadar dinlenme, sonra tekrar “davet” var. Artık hava aydınlık. İlk dua öncesi ortaya çıkıp sonra çekiliveren o ritmik sesin peşindeyim. Ve yakalıyorum. Orta yaşlı bir papaz mahir bir şekilde elindeki tahta tokmakla tahta “pervaneye” dokunuyor.


Hemen hatırlıyorum. Gelmeden okuyup da tasavvur edemediğim bir “anane”. “Semandron” 2.5 metre uzunluğunda. Eni 15, kalınlığı 2 santim gibi.


Eski zamanlardan düz bir uçak pervanesini andırıyor. 1500 yıldır çalınıyor. Ama Doğu Roma ile ek bir anlama kavuşuyor. Doğu Kilisesi’nin Batı’nın çanına kafa tutuşunu simgeliyor: “Gösterişimiz yok ama buradayız...”


Çıkardığı tını adeta hipnotize edici... Fotoğraf çekmek üzere papazı takipteyim... Hissediyor ve dönüyor. Gülerek olmaz deyince vazgeçiyorum.


Aydınlığın ilk duasıyla kubbe etrafından içeriye ışık huzmeleri düşüyor. Güneş yükseldikçe, yatayı terk edip aşağılara iniyor, freskleri okşuyorlar. Kantemir’in Türk müziğinin ebeveyni olarak “tavaf ettiği makamı” dinlerken dalıyorum. Kim bilir bu kaç yüzyıldır var, her gün aynı ışık, aynı yanağa dokunmada...


İkinci ayin bitince, saat 10 gibi, yemek salonuna geçiliyor. Basit ahşap masalar ve banklar... Herkesin yeri belli. Rehberimiz Ortaköylü Gabriel Efendi bizi yönlendiriyor. Yerimiz ekabir misafir masası olmalı. Karşımızdaki kıdemli rahipler, bize şefkatle bakıyorlar. Şayet soru sorarsak yanıtlıyor, bilgi veriyorlar. Ama bu bir muhabbet masası değil, her öğün için görevlendirilen “vaiz”, bir “ders ya da hayat” okuyor. Yemek süresi bu “vaaz” ile belirli.


MANASTIRIN MUTFAĞI

Masada, önümdeki tabakta bomba fasulye ile hazırlanmış, helmeli bir pilaki var. Manastırda pişirilen bir ekmek, yarımadanın zeytini, kendi yaptıkları beyaz peynir ve bahçenin domatesi... Ayrıca zeytinyağı mevcut...


Arzu edenler için karaf içerisinde kırmızı şarap var. Kendileri yapıyorlarmış. İzliyorum, masanın çoğu içiyor...


Yemeğin noktası ahşap bir kap içinde “Rus servisi usulünde” geliyor.


Tepsiyi taşıyan rahip yanınıza gelince, ahşap bir kepçeyle yiyeceğiniz kadar helva alıyorsunuz. Bu irmik helvasını mutlaka bitirmelisiniz : “O yukarıdaki ruhlar için...”


Vaaz bitince doğruluyoruz: Selam veriliyor ve yemek salonundan çıkılıyor. Yemek salonunun bulunduğu kanat, muhtemelen ortaçağdan kalma. Duvarlardaki freskler çok güzel. Ne var ki yüzler, gözler kazınmış. Ürkekçe soruyoruz. Kazıyan kim?


Geçen yıl akli muvazenesi bozuk yaşlı bir rahip yapmış. Şu işe bak. Eyyy Umberto Eco! “Ne zaman sahneye çıkacaksın” diye bekliyorduk.


Artık herkes için çalışma zamanı. Manastırda bir iş bölümü var. Rahip Gabriel ve Nicolaus bizi kuruluş halindeki müzeye götürüyor. Ardından kütüphane, ardından önemli ikonaların olduğu salon ve nihayet bakım ve tamirat atölyesi...


Dikkatimizi çekiyor. Kilitliyorlar ama profesyonel bir koruma yok ne alarm ne kamera...


İlahi Işık

Artık yalnız kalma zamanı. Sakin bir köşeye çekiliyorum. Burası manastırın mezarlığı... O kadar asude ki. Sırtımı yaşlı taş duvara yaslıyorum. Başımın üstünde gökyüzüne tırmanan dev servi ağaçları... 100 yaşındalar herhalde. Yanı başımda ise küçücük bir kuş kâh ötüyor kâh uçuyor. Manastırın “azizi” o olabilir mi?


Defterimi çıkarıp çizmeye başlıyorum: “Zafer Hanım Camii” Tarabya için “büyük bir aşka” selam olarak! Gözlerimi kısıp ufka bakıyorum. Gökyüzüne yerleşmiş bulutların arasından düşen bir ışık huzmesi var. Denizi yalayarak koşuyor. Benim servilere bir bakıp, Athos Dağı’na tırmanıyor.


Artık size de sormalıyım: Bir camii, o aşkı o selamı hayal etmek için, daha güzel bir yer olabilir mi?


Ali Esad Göksel


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.