22 yıl önce Ayşenil Şamlıoğlu’nun rejisi, Selçuk Yöntem’in yorumuyla Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen ‘Benim Adım Feuerbach’ adlı oyun, bu kez ikiliyi Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu’nun çatısı altında buluşturdu. Geçtiğimiz haziran ayında hayata gözlerini yuman, Alman çağdaş tiyatro yazınının en güçlü kalemlerinden Tankred Dorst’un yazdığı yun, vurgun yemiş bir aktörün öyküsünü konu ediniyor.

Feuerbach’ın çığlıkları da tanıdık, karşısındakilerin hadsizliği de!

Oyunda Selçuk Yöntem’in canlandırdığı Feuerbach, yediği vurgunun etkisiyle ruhsal dengesi altüst olunca sahneye 7 yıl ara veren deneyimli bir aktör. Bu sürecin ardından kendini ünlü bir yönetmene ‘beğendirmek’ üzere seçmelere katılıyor ancak karşısında toy bir asistan buluyor. Yönetmeni beklerken yılgınlıklarını, korkularını, beklentilerini asistanla birlikte seyirciye de açıyor. İçinin derinlerinde olanları dışavurumu, duygusal dalgalanmaları, tutunma çabaları, “Bu yaşamda ben de varım” çığlıkları hepimize çok tanıdık gelecek cinsten. Çığlıklarını duymazdan gelenlerin densizliği ve hadsizliği de öyle. Yani anlatılan sadece bir aktörün dramı değil, derinlere dalmayı bilen, seven, deneyen herkesin dramı! Toprak Can Adıgüzel ve Gülçin Kültür Şahin’in de rol aldığı ‘Benim adım Feuerbach’ı bu sezon izleyeceğiniz oyunlara mutlaka ekleyin diyor ve sözü Ayşenil Şamlıoğlu ile Selçuk Yöntem’e bırakıyorum...

‘Çok derin dalışlar söz konusuysa vurgun yeme riski hep vardır’


22 yıl önceye bir dönelim...

Ayşenil Şamlıoğlu: Dönelim. Oyunun metnini Selçuk bulup bana getirdi. “Bunu bir oku, sonra konuşuruz” dedi ve gitti. Metni bana öyle bir verişi vardı ki yapacağımız oyunun bu olduğunu anlamaya yetiyordu. Okur okumaz Selçuk’u aradım ve “Derhal yapıyoruz” dedim.

Selçuk Yöntem: Akşamına oyunun dekorunun eskizini yapıp getirdi.


Metni okuyup etkilenmeyecek bir oyuncu olamaz herhalde ama sizi bayağı çarpmış belli ki...

A.Ş.: Çok, çünkü o sırada daha yeni ‘Mezopotamya Üçlemesi’ni 11 saat oynamıştık ve ben çizginin öbür tarafına doğru şöyle bir bakıp geri gelmiştim. Benim için çizginin öbür tarafına geçen Feuerbach’a neler olabileceğini anlamama yeten bir tecrübeydi. Üçüncü oyuna geldiğimizde ekibin üçte ikisinin durumu vahimdi. Ruh sağlığımızın çok yerinde olduğu söylenemezdi.


Senin çizginin öbür tarafına yaklaştığın oldu mu Selçuk Abi?

S.Y.: Fazla oyun oynamaktan ses tellerimi kanattığım bir durum oldu ‘Deli Dumrul’da. En büyük travmam oydu. Sonra geçti ama oyun anında dehşet bir olaydı.


A.Ş.: Ben hep şunu söylüyorum; oyunculuk bilinçli şizofrenidir. Kendiniz olmaktan sistemli bir şekilde prova yaparak ayrılıp bir başkası oluyorsunuz. Ve ne kadar çok inanırsanız o başkası olduğunuza, seyirci sizi o kadar çok alkışlıyor. Biri kalkıp inararak “Ben Napolyon’um” dese beyaz önlükle hastaneye yatırırız ama sahnede oynarken ben Napolyon olduğuma ne kadar inanırsam o kadar büyük başarı elde ediyorum. O yüzden bilinçli şizofreni diyorum. Çok derine dalışlar, sahneyi yaşam gibi algılamak, bir kimliği dibine kadar dalarak var etmek söz konusuysa vurgun yeme riski her zaman vardır.




‘Sanatla uğraşan toplumlarda kişisel bunalımlar daha az’


Selçuk Abi sen de Feuerbach gibi 7 yıldır yani ‘Vanya Dayı’dan beri sahnede değildin. Çok özlemiştik seni, sahnede görmek o kadar iyi geldi ki... Sen neler hissettin prömiyerde?

S.Y.: Tatlı bir heyecan vardı ki o yararlı bir heyecandır ama refleks olarak birtakım değerler, kendi üslubun hemen geri geliyor. Bir şekilde yol kendini gösteriyor.


Peki 22 yıl sonra 2 usta olarak bu oyunu yeniden sahnelemek neler hissettiriyor size?

S.Y.: Onu başkaları yaptı, şimdi başkayız biz gibi görüyorum. O Selçuk’la Ayşe başkaydı, şimdi her şey çok başka. O zamanki dünyanın saflığı da değişik. Değişik olmayan tek şey oyunun evrenselliği.

A.Ş.: Kesinlikle. Bir de 22 yıl sonra provaya başladığımız günkü Selçuk’la provanın son haftasına ulaştığımızda sahnede gördüğüm Selçuk da başka. Öyleki “Gençleştiğinin farkında mısın?” diye sordum. Tiyatrodaki varoluş biçimi eğer oyuncuysanız bütün metabolizmanızı etkiliyor. Hormonlarınız başka türlü çalışmaya başlıyor ve bu gözünüze, saçınıza, teninize, enerjinize, her şeyinize yansıyor. Vücuttaki bütün üretim değişiyor.

S.Y.: Tiyatro yaparken kötülük düşünmüyorsun. Sadece işine ve insana konsantre oluyorsun. Bundaki ego, paylaşım üzerine kurulu. Bu yüzden sanatla uğraşan, üreten toplumların çoğunda anarşik olaylar, kişisel bunalımlar daha az.


Hepimiz bir şekilde Feuerbach gibi “Bu hayatta ben de varım” çığlıkları atıyoruz ve karanlığın içinde “biraz ışık” istiyoruz. Sanat o ışık benim için...

A.Ş.: Bunun en güzel açılımı Cirque du Soleil’in bir belgeselinde vardı. Genç akrobatlardan birini ortaya çağırıyorlar, diğerleri oturuyor. Diğer taraf karanlık. “Sen şimdi ne yaptın?” diyorlar. “Ben içeri girdim” diyor. “Başka ne yaptın?” diye soruyorlar. “Işığın altına girdim” diyor. Biz hep ışığın altına gireriz, karanlıkta olanları aydınlatabilmek için ve bu ışığın altında durduğumuz sürece zaman sadece karanlıkta olanlara aittir. Onun içine başka hiçbir şeyin girmesine izin verilemez.

‘Yaşam, paylaşım olduğu zaman güzel ve anlamlı’


Oyunu izlerken, Feuerbach’ın var olma çığlıkları da, karşısındaki hadsizlerin akıllara zarar tavırları da o kadar tanıdık geldi ki bana...

S.Y.: Birçok insana gelecektir. Zaten insanlar belki de kendilerini görmeye geliyorlar tiyatroya, “Bakayım ben ne yapıyorum?” demek için geliyorlar.

A.Ş.: Akıllara zarar dedin ya; Feuerbach gibi, birileriyle görüşmeye gittiğinizde bekletiliyor olmak bile yeter! Sizi törpülemek ve yok etmek üzerine kurulu bir şey bu. Sen orada bekle, çöktüğün aşamada ben seni kabul ederim. Tabii konuşacak takatin kaldıysa...


Vurgun yememek, delirmemek o kadar zor ki bu kadar çok karanlık tavır ve ses arasında. Nasıl direniyorsunuz?

A.Ş.: Hepimiz elimizden geldiğince kendi ışığımızı yakacağız. Ne kadar çok insan ışığı yanık durursa o kadar aydınlık olacak. Işıklarımızı söndürürsek karanlığa teslim oluruz. Onun için ben güne başladığım andan itibaren önce yüzümü yıkıyorum ve suratımda yastık izleri, saç baş tavana vurmuş vaziyetteki görüntüme bakıp “Kız sen ne şekersin” diyorum. Ve gülüyorum kendime. Güne öyle başladığım zaman tüm günüm de öyle gidiyor. Herkesin kendini rahatlatacak alanlar bulması lazım. Beni aynada kendime “Kız” demek rahatlatıyor. Bu kadar minik bir şey sizi mutlu kılabilir. O minik şeylerin peşinden gitmek gerekiyor. İnsan kendinde onu aramalı. Bulup ona tutunursa zaten suyun üstünde kalır. Bir de şunu hiç unutmamak lazım; su sizi taşır, bırakın suya kendinizi.

S.Y.: Kesinlikle. Ayşe ışığın yanık durması dedi ya, bir de ışığını paylaşmak. Yaşamın en çok sevdiğim kavramıdır paylaşmak. Feuerbach “Psikoloji çağımızın vebasıdır” diyor çünkü onun paylaşılmayan bir psikolojisi var. Paylaştığı zaman çok farklı yerlere gider insan. Yaşam, paylaşım olduğu zaman güzel ve anlamlı.





‘Başka türlü yaşayamayız’


Günümüzde neredeyse herkes oyuncu daha doğrusu oyunculuk yoluyla ünlü olmak isterken, oyundaki soruyu 2 ustaya sorayım: Bir insan neden oyuncu olmak ister?

Ayşenil Şamlıoğlu: Ben tiyatroyu nefes alıp verebildiğim oksijen alanım olarak görüyorum, oyunculuğu seçme nedenim bu. Bazıları “Bu bir yaşam biçimidir” der ya, evet başka türlü yaşayamamak, “Bu olmazsa olmaz” demek. Eğer bunları hissetmiyorsanız, sadece şan şöhret, ekran görüneyim diyorsanız, ben onun adına çok da oyunculuk diyemiyorum açıkçası.

Selçuk Yöntem: İnsanla ve toplumla pozitif anlamda ilişki kurmak güzel bir şey. Okuldayken hocalarımız bize sorardı, şimdi biz de talebelerimize soruyoruz “Niye tiyatro yapmak istiyorsun? Niye aktör olmak istiyorsun?” diye. Klasik bir cevap var: “Kendimi ifade etmek için.” Kendini ifade edebilmek düşüncesi, insanların birbirleriyle buluşma düşüncesi, o duygu alışverişini yapma düşüncesi çok değerli. Bunu yaparken de ilişkileriniz, üreteceğiniz bir oyun, o oyunla birlikte yapılan seyahatler, bir yaşam biçimi oluyor. Bizim kaynağımız, beslenme noktamız tiyatro.


‘Bizde iyi yaptığınız iş cezaya dönüşüyor’


Oyunda usta oyuncunun ustalığını unutması ve kendini tekrar etmemesi gerektiği üzerine de bir cümle var. Ekranda sürekli aynı ya da benzer karakterleri canlandırarak ne kadar ustalaşabilir bir oyuncu?

Ayşenil Şamlıoğlu: Nedense bizde hep iyi yaptığınız bir iş size cezaya dönüşür. Çok mu iyi oynadın iyi kalpli ev kadını, durmadan iyi kalpli ev kadını rolleri sana verilir. Sonra da birileri karşına geçip “Hep aynı şeyi oynuyor” der. Ben onu seçmedim ki? Başka bir rol verdiler de ben yine verilen rolün içinde iyi kalpli ev kadınını mı oynadım? Hep aynı tip roller verilirse oyuncunun kendisini geliştirmesine de seyircinin haz almasına da imkân yok. Bir süre sonra kendinizi taklit ederek yineleyen biri oluyorsunuz. Bu da hiç hoş bir şey değil.


‘Sadece ben diyerek yürümek kimseye yarar sağlamıyor’


Oyunda beni en çok çarpan cümlelerden biri “Piyanoyu çalan olmak isterim, tuşlardan biri değil” oldu...

S.Y: Altında her şey yatıyor o cümlenin. Toplumsal kucaklaşma mesela. Birlikte bir şey üretmek, beraber olmak, anlayışlı olmak... Çünkü piyanoyu çalarken bir uyum sağlamak zorundasın.

A.Ş: Üretken olmak ve birlikte üretebilmek çok önemli.

S.Y.: Shakespeare “Bütün dünya bir oyun sahnesi” dediğinde anlayamamıştık. Evet, yaşamın ta kendisi bir oyun ve herkesin çok nefis rolleri var. O rollerden biri eksik olursa yaşam yürümüyor. Buradan çıkıp hayata “Ben, ben” diye egosal noktalarla yürümek, kimseye hiçbir yarar sağlamıyor. Herkes bunu anladığı zaman da biraz geç oluyor ne yazık ki.


Röportaj: Ece Saruhan

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.