Ercan Kesal’ı ‘İçerde’ dizisindeki kısa rolüyle seyrettikten sonra ne zaman ekranlarda yeniden göreceğiz diye düşünmüştüm. Epey vakit geçti ama sonunda uzun soluklu, farklı bir rolle karşımızda. Yakında Show TV ekranlarında seyredeceğimiz Çukur dizisinin yürekli ve sert karakteri İdris Koçovalı’yı canlandıracak. Kesal’ın Yozgat Blues’daki performansı hâlâ aklımda, şarkı söyleyen naif adam yerine bambaşka bir karakter var bu sefer. Bakın fragmanda ne diyor, “Koçovalı İdris’im ben. Yeni bir şehir kurdum. Sırtımı hep duvara verdim. Dostlarımı yanıma aldım. Düşmanlarımın azabı oldum...” Kesal ile diziyi, oyunculuğu ve hayatı Balat’ta buluşup konuştuk.



Öncelikle projeye dahil olma sürecinizi sormak isterim, sizi ikna süreci uzun sürmüş.

Ben hekimim, meslek olarak da uzun yıllar bu işi yaptım. Hâlâ da bir hastanenin işletmecisiyim. Ama İstanbul’a geliş nedenimse sinemaydı. Oyunculuk değil kuşkusuz ama işin içinde yönetmenlik vardı. Fakat bu hemen mümkün olmadı. Zaten 1990’lı yıllarda böyle bir şansım yoktu. Herhalde bazı tesadüfler, sizin yıllardır kafanızda taşıdığınız birikimlerle kafa açıyor. Hiçbir tesadüf anlamsız değil ki o tesadüf de eşim Nazan oldu. Sinemaya senarist olarak girdim. Oyunculuğu ise ilk kez 3 Maymun filminde, Nuri Bilge Ceylan ile sezdim ve ayırdına vardım. Anlaşılan tarzım sevildi ki oyunculuk işleri arka arkaya geldi. Kendi senaryom bekliyordu, onun çekim hazırlıkları devam ederken Ay Yapım’dan aradılar, “Abi dizi oyunculuğuna mesafelisin ama bir senaryo göndereceğiz, lütfen oku” denildi. Geçen yıl ‘‘İçerde’’ dizisinde oynamayı 4-5 bölüm sonra ölmek kaydıyla kabul etmiştim. Yapım şirketinin profesyonel yaklaşımı beni çok rahatlattı. Senaryoyu da çok sevdim. Bu kışkırtıcı bir şeydir. İster oyunculuk yapın, ister yönetmenlik, metin iyi ise sizi alır götürür. Hatta üzerine para verip oynamak istersiniz. Karakteri de çok sevdim. Sonuçta bu yıl ajandamı değiştirdim ve onlarla birlikte çalışma kararı aldım. İyi olur inşallah.


Karar verme sürecinizi uzatan şey nedir tam olarak?

Çok tempolu bir iş. Eşim Nazan’dan biliyorum, kimi zaman eşimi göremiyorum aylarca. Çok uzun süre taşınacak bir şey değil bu yoğunluk. Bu yüzden cesaret edemedim. Bir oğlumuz var ve ona zaman ayırmamız lazım. Bu kadar basit ve net bir sebebi var.


“Saat 2’de uyanırım, sabah 7’ye dek yazarım, çünkü sessiz ve karanlığı seviyorum” demiştiniz. Çalışma ortamınız epey değişecek.

Öyle. Artık iPad’im hep yanımda, okuyacaklarımı ona yüklüyorum. Ama burada profesyonelce bir iş yapılıyor ve bana mutlaka zaman kalıyor. İnşallah bu böyle devam eder. Her yıl bir kitap çıkarmak, bir senaryo yazmak isterim. Bunları yapmak için de çok okumak gerekiyor. Okumayan birinin yazması mümkün değil. Yapsanız da bir süre sonra kesenizden yemeye başlarsınız ve sonra o da biter. İşle ilgili tek beklentim bana okuyacak zaman bırakması... Ancak bu şekilde enerjimi verebilir, disiplinli çalışırım.


Peki, İdris Koçovalı karakterinde sizi çeken neydi?

Benim daha önceki oyunculuk deneyimlerime baktığınızda aslında birbirine benzemeyen tiplerdir. Bir bakarsınız Yozgatlı bir şarkıcı, bir bakarsınız Adana’da bir demiryolu işçisi... Tarkovsky’nin kitabında rastlamıştım, “Karakterin mizacıyla içinizdeki sanatsal mizacın örtüşmesi lazım...” Oynadığım karakterlerin mizacıyla benim mizacım örtüşüyor. Bu tür karakterlere kendimi yakın ve tanıdık hissediyorum. Bir hekim olarak yaşamaya devam ediyorum. Hekimliğim sırasında onları fazlasıyla gözlemleyebildim. Muhtarlıksa eğer muhtarlarla yaşadım. Yıllarca sağlık ocaklarında hekimlik yaptım, muhtarların evlerinde konakladım Yozgat Blues’daki adamı da yakından tanıyorum, yıllarca birçok müzisyenle ev arkadaşlığı yaptım. İdris Koçovalı’yı da tanıyorum. İstanbul’un kentsel dönüşümün yaşandığı semtlerinden birine iç göçle gelen bir ailenin ayakta kalmaya çalışan babası, kendi içinde etik değerlere bağlı güçlü bir kişilik. Böyle insanları Kağıthane, Çağlayan ve Okmeydanı’nda hekimlik yaptığım dönemlerde tanıdım.



Fragmanda bir “Godfather” imajınız vardı.

Doğru. Metin Erksan dünyada tüm sinemanın aslında tek bir hikâye çektiğini söylerdi. Bu yüzden çok takılmıyorum, benzemekten de hiç korkmamak lazım. Çünkü sanat sonuçta kolajdır, sizden öncekilerin yaptıkları çok kıymetlidir. Amerika, kendi döneminde kendi mafyasıyla ilgili bu hikâyeyi yazmış ve zaten hesabını vermiş. Ama biz 2000’li yılların İstanbul’undaki bir hikâyeyi anlatıyoruz. Bire bir “Godfather” uyarlaması olsaydı bu kadar başarılı olmazdı. Karakterlerin tamamı sahici, karton ya da plastik olanlardan değil. Diyaloglar, hikâyenin gidişatı, karakterlerin birbiriyle olan ilişkisi son derece sahici, mantıklı ve akla uygun.


‘Ercan şu polikliniği çukurdan çıkaralım’


Gerçek kimliğinizle örtüşen noktası var mı?

Bu dediğiniz biraz da tehlikeli bir şeydir... Ben de bir iç göçle geldim İstanbul’a. 1990’da... İzmir’de okudum, Ankara’da devam ederken İstanbul’a geldim. Geliş sebebim ayakta kalmak, ekmeğimi kazanmak ve kafamdaki şeyleri gerçekleştirmekti. Aslında hepimizin geliş nedeni bu kentte tutunmak. Ben hekim olarak tutunmaya çalışıyorum, İdris işçi olarak. Benzer yerlerden geçiyoruz. Koçovalı da böyle bir süreç yaşamış. Bataklık bir mahalleyi yaşanılır hale getiriyor, koruyor. Bazı şeylere engel olamayacağının farkında. Ancak vazgeçmediği etik davranışları da var, benimki gibi. Hayatla dürüst bir ilişki kuruyor. Ayrıca sert bir tarzı var ve bu yanı da bana benziyor.





‘Diplomasına sahip olduğum tek iş hekimlik’


Çukur kelimesi sizde nasıl bir imgeye karşılık geliyor?

Çukurdan çıkmak! İşte tam da bu. Çukur, çıkmaya çalışılan bir yer gibi geliyor. Benim İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda Kağıthane’de yaşadıklarıma çok benziyor. 1990 yılında Kağıthane’de poliklinikçilik yaptım. Orada söz ettiğim mahalle yapılaşmasını, büyümeyi, insanlar arasındaki hemşericiliği gördüm. Onları izliyordum. Bu senaryoda yazılan hikâyeye benzer olaylar etrafımda dönüp duruyordu. Oradaki insanların arasında hep şu deyişi duyardım “Şu Kağıthane çukurundan kurtulamadık gitti.” İş yaptığım hekim arkadaşım “Ercan şu polikliniği çukurdan çıkaralım” derdi hep. Hep bir çukurdan çıkma hikâyesi var. İstanbul’a geliyorsun ve sana layık görülen yer buranın çukuru. Buradan çıkacaksın ve çok güçlü olacaksın. Ama işler hiç de sanıldığı gibi değil. Dizide diyoruz ya, “Aslında İstanbul bir çukur...”


Hekim, yazar, senarist, oyuncu... Bir bedende birçok kişi varmış gibi hissediyorum size bakınca.

Birçok iş yapıyorum ama diplomasına sahip olduğum tek iş hekimlik. Çok fazla seyahat ediyorum. Uçakta bir olay oluyor örneğin, doktor anonsu geçiyorlar. Biri gitse de vicdanen rahatlasam diyorum ancak kimse çıkmıyor. Gidip müdahale ediyorum hastaya. Elim bir ABD’linin karnında çok yolculuğum oldu. Ama hekimlik bana sevdiğim diğer işleri yapma konusunda çok özgürlük tanıdı. Paranın birinci planda olmadığı işler, sizi daha çok motive ediyor, özgürleştiriyor. Her senaryoda oynama mecburiyetim yok en azından. Oyunculuk yapıyorum burada sonra hastaneye daha donanımlı, iyi bir hekim olarak dönüyorum. Hastalarımı daha iyi anlıyorum. Bunun yanı sıra hekimlik de bana yeni ilham kapıları açıyor. Böylece ben aslında hep hayatın içinde durarak mesleki anlamda işimi sürdürüyorum. Yani bunların hepsiyim. Ama hiçbirinin beni tek başına ilelebet götüreceğine inanmıyorum. Hekimlik yapmayabilirim ki pratik anlamda yapmıyorum, şu an sadece işletmecilik yapıyorum. Belki ileride senaryo ya da kitap yazmak zorunda kalmayabilirim. Ve hatta oyunculuk da yapmayıp sadece yönetmenlik yapabilirim. Ne iş yaparsanız yapın, tüm birikimleriniz size pozitif anlamda geri dönüyor.


Bundan sonra neler yapmak istiyorsunuz ?

Ağırlıklı olarak sinemada yer alacağım. Okumaya devam edeceğim. 2018’in baharı gibi bu oyunculuk nedeniyle ertelediğim filmi çekeceğim, hazırlıkları sürüyor. En önemlisi oğlumun büyümesini seyredeceğim. Artık sinemanın kamera arkasını sakince yaşayabileceğim bir alan açmaya çalışacağım kendime. Eşimin kamera önü oyunculuğuna dair eğitici rolünü uygulayabileceği bir atölye ya da bir okul açma niyeti var. O mekânın oluşması için çalışıyoruz, restorasyonu devam ediyor. Önceliğim biraz da onunla meşgul olmak.


Kitap?

2017’yi de kitapsız bırakmadık, önümüzdeki ay çıkıyor. Kitabın adı “Aslında”. İletişim Yayınları’ndan çıkıyor. Benim daha önceki konuşmalarım ve söyleşilerim derlendi. Yeni söyleşiler de eklendi... Kasımda kitap fuarında olacağım.


Bazı filmlerinizde günce tutardınız, bu dizi sürecinde de günce tutacak mısınız?

Başladım bile!


‘Bilgi birçok şeyi halletmiyor’


Drina Köprüsü’nü okuyan çocuk Ercan Kesal ile şimdi koca bir kütüphanesi olan Ercan Kesal arasında değişmeyen şeyler nedir?

Bilgiye olan merak ve onu elde ettiğim zaman duyduğum sevinç. Yeni bir şey öğrendiğimde büyük ikramiye çıkmış gibi sevinirim. Örneğin ben kitap okuyarak dinlenen bir insanım. Bir şey okurken yorulunca başka bir şey okuyarak dinlenirim. Bu iyi gelir size de tavsiye ederim. Bana bu bahşedilmiş bir şey gibi gelir. Bilginin adeta bir hediye gibi bağışlanmasıyla başlayan, çok dostça bir ilişki bu. Mükemmel bir şey...


Anneniz “Çok istersen mutlaka olur kuzum” dermiş. Siz oğlunuza ne gibi öğütler veriyorsunuz?

Annem bir köylü kadınıydı, okuma yazması yoktu. Ama nasıl bu kadar olgunlaşmış ve bilge bir insandı her zaman şaşarım. Bu yüzden bilgiyle bilgeliği hep ayırt ederim... Ama galiba bilgi birçok şeyi halletmiyor ve artık bilgeliğe kıymet verilmeyen bir çağdayız. Ben bu yüzden oğluma karşı şanssızım. Oğlum bana güvensin, söylediklerimin en azından bir kısmını ciddiye alsın. İstediğim bu. Bunu da ancak şefkat ve sakinlikle yapabileceğimizin farkındayım.


Siz böyle konuştukça aklıma Umberto Eco geliyor. Çok örtüşüyor fikirleriniz hiç fark etmiş miydiniz?

Severim, okurum. Doğru söylüyorsun. Ayrıca Eduardo Galeano, John Berger; benim arkalarına sıralanabileceğimi düşündüğüm yazarlardır. Eco dışında bu ikisini de sayabilirim.


Röportaj: Ece Ulusum


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.