“O Hayat Benim”in başrol oyuncusu Ceren Moray’ı sosyal medyada da takip ediyorsanız bilirsiniz, dilinin kemiği yok! “Trol Efsun”la otel odasına kapanıp muhabbete “Cihangir solcusu” yakıştırmalarından girdik, bambaşka yerlerden çıktık.


Hani yanında başınıza hiçbir şey gelmeyecekmiş gibi hissettiğiniz erkeklere âşık, kadınlara dost olursunuz ya. Ceren Moray öyle bir kadın. Röportaj için buluştuğumuz Rixos Pera’ya girer girmez bana sarılıp “Ya yapmasak mı röportajı, baksana olanlara” dedi. İlk kez karşılaşıyoruz! Zor günler geçiriyor olsak da işimizi yapmak zorundaydık, devam ettik. Çok harbi bir kadın; koruyan, kollayan, kafası çalışan, hayatla bir meselesi olanlardan... Teenage zamanlarını hatırlarken şimdi 30’u devirmiş. Önümüzdeki haftalarda vizyona girecek “Yok artık!” filmiyle de çıkacak karşımıza. Trol Efsun”u yani Moray’ı tanıyorsunuz mutlaka ama bu röportajı okuduktan sonra gerçek Ceren’le tanışacaksınız...


Sana “Cihangir solcusu” diyorlar.

Son dönemde insanları itibarsızlaştırmak için bir sürü şey söylüyorlar. “Cihangir solcusu”, “Üsküdar sağcısı”... Bu yeni bir yöntem galiba. Kendi başıma eve çıktığım 19 yaşımdan 21 yaşıma kadar Cihangir’de oturdum. Şimdi 30 yaşımdayım, Beşiktaş’ta oturuyorum. “Beşiktaş solcusu” diyebilirler o yüzden. Maltepe’ye gidince işler nereye varacak bilmiyorum.


Diyarbakırlısın değil mi?

Evet. Annem Kastamonulu, babam Diyarbakırlı. Onlar da ben de orada yaşamadık. Bahçelievler’de büyüdüm, ailem emekli olunca kendilerine göre bir ev aldılar Halkalı’dan. Ben de ergenliğimi orada geçirdim.


Cihangir macerası nasıl başladı?

Daha merkezi bir yerde olmam gerekiyordu, çünkü Müşfik Kenter’in öğrencisiydim, bu ciddi bir disiplin gerektirir. Bazen sabahın 06.00’sında ders yapıyorduk, tabii 04.00’te kalkmak gerekiyor öyle zamanlarda.





Başa dönersek... Nasıl bir aile, nasıl bir çocukluk?

Ailem konusunda çok şanslıyım. Günde 7 kere falan konuştuğum bir anne-babam var. Artık gündelik konuların dibine vuruyoruz. Sarhoş olduğumda, canım sıkıldığında, biri canımı çok yaktığında, çok mutlu olduğumda telefona yapışıp onları arıyorum.


Hassas mısındır çok?

Canım kolay yanmaz ama evet, hassas biriyim. Gerçi artık toplum olarak acının dibinde bir hayat yaşadığımız için neyin acı olup olmadığını kestirmek güç.


Melankoliksin de!

Eh, evet. Her sanatçının depresyonu sevdiği karanlık bir yanı vardır.


Sergilemekten çekinmediğin politik bir duruşun da var.

Endişeliyim. Politik biri olmakla ilgili bir durum değil bu. Toplum ister istemez giderek politize oluyor. Bir de artık 30 yaşımdayım! “Eh 30 oldum artık” demek var, bir de “Daha 30 yaşımdayım” demek var. Haliyle geleceğin için endişeleniyorsun.


Nasılmış 30 olmak?

Yetişkin olmak çok zevkli. Farkındalığın artması ve kendi özelliklerinle tanışmak, bununla ilgili heyecanlanmak çok zevkli. İnsan yaşlandıkça kendine olan saygısı da artıyor. Daha gençken hep “Yaşım ilerlediğinde her şey daha kötü olacak” diye düşünürdüm ama aksi oldu. Bu sefer de hayatı çok sevmeye başlıyorsun, inandığın şeyler değişiyor.


Mesela?

Aileye daha çok inanmaya başlıyorsun. Eskiden arkadaşlarımın sevgilileri vardı, sonra evlendiler, sonra çocukları oldu. Şimdi anne-babaları ölüyor. Tabii bunun insanı korkutan bir tarafı da var. Dolayısıyla artık inandığın tek şey sahip olduğun ilişkiler haline geliyor, kaybetmekten korkuyorsun. Biraz endişeli bir yere doğru gitse bile bu da zevkli.





‘İyi bir âşığım herhalde’


İlişkilerini nasıl yaşarsın?

Bunu karşımdakilere sormak lazım belki ama eğlenceli olmaya çalışıyorum. Seviyorum ilişkilerimdeki halimi, iyi bir âşığım herhalde.


En uzun ilişkin ne kadar sürdü?

10 sene.


Ayrılık zor olmuştur 10 yılın üzerine!

Birazdan gelecek, yemek yiyeceğiz. Hiçbir sevgilimden bir daha görüşmemek üzere ayrılmıyorum. İlişkilerim müthiş bir arkadaşlıkla başlayıp “Arkadaştan biraz daha öteyiz” gibi bir şeye evriliyor. Sonunda “Sanırım bu evrildiğimiz şey artık yolunda gitmiyor ama sonuçta arkadaş olarak başladık” diye bitiyor. Birini seviyorken sevmiyor olamazsın, birinden ayrıldığında artık onu sevmiyor değilsindir. Bir de ben tek çocuğum, küçük bir aileyiz. Bu yüzden biriyle tanıştığımda hemen onunla aile olmaya çalışıyorum.


Nasıl yani?

Seninle tanıştık ya mesela, direkt seni uzun süredir tanıyormuşum gibi iletişim kurarım. Belki bu ciddi bir deformasyondur ve bazı insanlara ürkütücü gelebilirim, bilmiyorum. Sevdiğim insana karşı çok korumacıyım, onu hayatımın içine sokup çamaşır suyuyla yıkayıp içimde yoğura yoğura sevdiğim bir şeye dönüştürüyorum sonunda.


‘Efsun çok iyi bir trol!’

“O Hayat Benim”deki Efsun nasıl bir trol? Seviyor musun karakterini?

Çok seviyorum. Bu işi 12 yıldır falan yapıyorum ama bu kadar tatmin olduğum başka bir karakter üretmedim şimdiye kadar. Kendi kendimi de oyunculuk açısından takdir ettiğim bir yerdeyim aslında. Çünkü sanat bize her zaman daha elitist, daha burjuva işi bir şeymiş gibi gösterildi. Festivalde film izlemeler, bienaller... Bütün bunlar burjuvaya hitap ediyor aslında ama Tolstoy sanatı çok başka bir yerden tarif ediyor. “Eğer işçi sınıfı yaptığın şeyi anlamıyorsa bir anlamı yok” diyor. Efsun, benim sanat anlayışım içinde çok ciddi bir yere karşılık geldi; müthiş bir dil buldum yani. Seyirciye o katharsisi yaşattığımı düşünüyorum. Nefret edenin aslında eleştirdiğim kitle olması, eleştirdiğim şeyin yerini buluyor olması gibi bir sistemi kurabildim.Bu her oyuncuya nasip olan bir şey değil. Efsun’u çok seviyorum ve çok iyi bir trol bence!

Seni istemeyen birinin peşinden gider miydin Efsun gibi?

Asla! İstenmediğini kabul etmiyor ama o. İşin zevkli tarafı da biraz bu zaten; hayatın boyunca yapmayacağın şeyleri yapan birini oynamak müthiş.


Efsun için mi sarışın oldun?

Tabii ki. Alıştım da aslında. Daha doğrusu başlarda aynalardan kaçarken şimdi kendimi güzel bulduğum bile oluyor sarı saçla. Ara sıra eski fotoğraflara baktığımda çok yabancılaşıyorum sadece.




‘Muhsin Bey’i izledim; hayatım değişti’


Instagram’daki “Sevdahanımmm” nick’i nereden geliyor?

“Muhsin Bey” filmi bana bambaşka bir pencere açmıştır. Kitledeki yozlaşmayla ilgili yapılmış en iyi filmlerden biri. Benim de ergenliğim kendi yozlaşmamı yaşadığım dönemdi. Yozlaşmak kişinin kendi serüveninde iyi bir şey olabiliyor. Bazen ayağa kalkmak için dibe vurman gerekir. Mesela en iyi okul dönemim sınıfta kaldıktan sonraki döneme denk gelir. Takdirle geçmişimdir. Nick’im de filmden geliyor.


Ne zaman kaldın?

Lise 1’de.


Nasıl bir öğrenciydin?

Loser’dım ya. 3 tane arkadaşı olan, teneffüslere çıkmayan, evden yemeğini getirip ders sırasında kitap okuyan, müzikle uğraşan ve okulun direttiği her şeye karşı çıkan... Özentilerim vardı. Böyle bir dönemin sonunda “Muhsin Bey”i izlediğimde kendimi çok başka yollardan ifade edebilmenin, toplumsal özeleştirimizi başka bir yerden yapabilmenin mümkün olduğunu gördüm.


Röportaj: Gizem Sevinç SELVİ

Fotoğraflar: Süreyya DERNEK

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.