Çolpan İlhan&- Sadri Alışık Tiyatrosu, 20’nci yılına ‘Guguk Kuşu’ adlı oyunla, Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde giriyor. Ken Kesey’in aynı adlı romanından, Şakir Gürzumar’ın rejisiyle sahneye taşınan ve geçtiğimiz sezon boyunca seyirciyle buluşan oyun; bir akıl hastanesindeki ‘deli’lerle, onların üzerinde disiplin kurmaya çalışan hastane yönetim arasındaki mücadele üzerinden, kendisine uygun davranmayan herkesi deli ve toplum dışı ilan eden sistemi gözler önüne seriyor.


Oyunda cezaevinden kurtulmak için deli taklidi yaparak akıl hastanesine sevk edilen ve baskıya, haksızlığa tahammül edemediğinden kısa zamanda hastane yönetimi için diğer hastaları yoldan çıkaran bir huzursuzluk kaynağına dönüşen McMurphy karakterine Oktay Kaynarca can veriyor. Deniz Uğur ise insanları kalıba sokup tek tipleştiren ve baskıyla kontrol altında tutmaya çalışan sistemin yüzü olan Hemşire Ratched rolünde. Sezonu, seyirciyi Açıkhava’da selamlayarak açacak olmanın heyecanını yaşayan ikiliyle, ekipçe yaptıkları prova sonrasında bir araya geldim...


‘Delilik göreceli kavram’

-20 sene sonra tiyatroya dönmek nasıl bir duyguymuş Oktay Bey? ‘Guguk Kuşu’ “Keşke bu kadar ara vermeseydim” dedirtti mi size?

Oktay Kaynarca: Aslında ben hep “Keşke yapabilsem” diyordum. Tiyatro büyük özveri isteyen bir iş. Ne mutlu ki hayatımda bir boşluk oldu da tiyatroya hakkıyla zaman ayırabildim. Nasıl bir duygu olduğuna gelince hem süpermiş hem de zormuş. 20 sene sonra ‘Guguk Kuşu’ gibi bir oyunla sahneye dönmek zordu. Oyunu duyunca çok heyecanlandım, “Yaşasın” dedim ama provalara başladığımız an “Ne yaptım ya?” diye düşündüm. Tam deli işi! 60 küsur prova yaptık. Allah’a şükür altından kalkmayı başardık diye düşünüyorum. Çok iyi bir kadro kuruldu, samimi bir iş oldu. Seyirciden de karşılığını gördü.


-Guguk kuşu toplumun sürünün dışındaki bireylerini sembolize ediyor. Maalesef tıpkı oyundaki gibi hayatta da sürüye uymayana, kendi olmayı tercih eden özgür ruhlara deli muamelesi yapılıyor. Kendin olabilmenin hâlâ delilik gibi algılanması asıl delilik değil mi?

O.K.: Sistem kendisine uygun davranmayan herkesi deli ve toplum dışı ilan ediyor. Aykırı bulup deli muamelesi yaptıklarını da oyunda da gördüğümüz gibi tedavi adı altında birtakım engellemelere ve yaptırımlara tabi tutuyor. Oysa kim akıllı kim deli bilmiyoruz, delilik göreceli bir kavram. Oyun, hepimizin içindeki kişisel faşizmi, bireysel faşizmimizin başka insanların hayatlarına nasıl etki ettiğini anlatıyor. İnsanların içine öyle çok işlemiş ki bu. Kendi içimizdeki faşizmi en yakınlarımıza, ailemize, çocuklarımıza dayatıyoruz. Oyunun, kendi içimizdeki faşizmi hayatı- mızdan çıkarmaya dair şeyler söylemesi çok değerli. Canlandırdığım McMurphy karakteri “Ben böyle düşünmü- yorum” diyerek insanları diğer tarafa çekip oradan da bakmalarını sağlıyor. Sistemi hallaç pamuğu gibi atan bir tekst, seyircinin de bu konu üzerine düşünmesini sağlıyor.


Deniz Uğur: Sistemin dayattığı faşizmden daha tehlikeli olan şey, insanların bunu kanıksayıp normalize etmesi. Oyun buna da parmak basıyor. Oyundaki diğer karakterler McMurphy gibi değil. Onlar kanıksamış bu durumu, hatta başta McMurhpy’yi garipsiyorlar, ona “Buranın kuralları böyle, sen nasıl farklı bir şey denersin?” diyorlar. Bu otosansür durumu sansürden çok daha tehlikeli. İnsanı güdükleştiren, üretemez hale getiren, yaratıcılı- ğını elinden alan bir şey.


‘Birbirimize sarılmalıyız’


-Kendi içimizdeki faşizmden bahsettik ya, bence öncelikle halletmemiz gereken mesele bu. Herkes kendi içindeki faşisti öldürmediği, kendiyle barışmadığı ve empatiyi hatırlamadığı sürece savaşlar hiç bitmeyecek maalesef...

O.K.: Geçtiğimiz günlerde hep birlikte cesedi kıyıya vuran bir çocuğun fotoğrafına baktık. Hangi görüşten, dinden, ulustan olursa olsun o fotoğrafa bakıp da üzülmeyen olmamıştır. O fotoğrafa bakıp da “Şunun yüzünden oldu” demek yerine bir daha böyle şeyler olmasın diye birbirimize sarılmamız gerekiyor. Savaş korkunç bir şey, savaş eşittir ölüm. Ve savaşı dünyadan kaldırmak bir insanlık görevi. Önce kendimizle barışmalıyız, kendi içimizde barışı gerçekleştirdikten sonra da bunu hayata yaymalıyız. Ama biz “Sorumlusu ben değilim, o” demeyi tercih ediyoruz, cepheleşmeye yöneliyoruz. Halbuki dünya bu hale geldiyse bundan hepimiz sorumluyuz.


D.U.: Herkes “Barış olsun” diyor ama önyargı ve diyalog kuramama almış başını gidiyor. Her şeyi siyah ve beyaz gören, arada gri tonlar da olabileceğini düşünmeyen insanlar var. Bu cepheleşme, kutuplaşma, düşmanlaşma o kadar tehlikeli ki.... Bu sürdükçe ölümler ve savaşlar hiç bitmeyecek. Takip ettiğim kadarıyla insanlar sosyal medyada feci bir diyalogsuzluk içindeler. Kimse dönüp de kendini sorgulamıyor. Herkes başkaları kendine benzesin istiyor. Tıkandığımız nokta bu. Sanatçıya bile bakıp “Ya bizdesin, ya onlardansın” diyorlar. Ne münasebet! Bu ne cüret! Bu düşmanlık bitmeli!





-Bir de önyargılar!

O.K.: Evet. Hoşgörü ortadan kalktı. İnsanlar ceplerinde hoşgörüsüzlükle yaşıyor. Herkes birbirine kafa atmaya hazır. Sosyal medyada, hiçbir bilgisi olmadan fikir oluşturan bir kesim var. Korkunç bir önyargı söz konusu. O kadar çok kutuplaştırılmışız ki kimse kimseyi dinlemiyor, herkes sadece kendi söylediğinin doğru olduğuna inanıyor. Herkes çok konuşuyor ama duydukları kadarıyla konuşuyor. Bir insan her şeyi bilebilir mi? İlginçtir ki bizim insanımız biliyor!


‘Kendi cebimden yiyorum, kime ne?’

-Yakında ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ dizisiyle ekranda olacaksınız. ‘Kurtlar Vadisi’ndeki Süleyman Çakır gitti, yerine Hızır Çakırbeyli geldi. Çok benzer bir karaktere can verecek olmak rahatsız etmedi mi sizi?

Oktay Kaynarca: Yo, niye etsin ki? Benzerliğiyle ilgili bir sıkıntı yok. Dünyada da bunun örnekleri var, hâlâ ‘Superman’in gençlik versiyonları çekiliyor. Ben Çakır’ı 35 bölüm filan oynamıştım. 35 bölümle fenomen olmuş bir karakterin üzerinden tekrar operasyon yapılması, o karakterin özelliklerine benzer bir kahramanın çizilmesi çok doğru bence. O lezzeti neden tekrar ekrana getirmeyelim?


-Biraz cepten yemek olmuyor mu bu?

O.K.: Bugüne dek bambaşka işlerle de gündeme geldim. İnsanlara “Hadi canım” dedirtecek işler yaptım. Ayrıca cep benim cebim. Cepten yiyorsam kendi cebimden yiyorum, kime ne? Önemli olan televizyonda seyredilebilir, eli ayağı düzgün bir iş yapmak. Cepten yemeyeceksin ama başkası- nın cebinden çıkardığın bir şeyi 3 bölüm yapacaksın. Hangisi doğru? Ayrıca Hızır sadece Çakır’ı hatırlatı- yor, bire bir Çakır değil. Hayatı, kimliği ve hikâyesiyle başka bir adam. Dizi de aslında bir kadın hikâyesi. Bence izleyicisinin yüzde 60’ını kadınlar oluşturacak.


‘Böyle güçlü bir karakteri oynamak şans’

-Romanda, faşizan sistemi temsil eden Hemşire Ratched karakteri için “Size dokunsa sıcak mı soğuk mu olduğuna bir türlü karar veremezsiniz” ifadesi kullanılıyor. Bu kadar donuk bir karaktere can vermek zorladı mı sizi Deniz Hanım?

Deniz Uğur: Bu karakteri kamera karşısında, minimal oyunculukla canlandırmak daha kolay olurdu. Sahnede bir duyguyu geçirebilmek için hareket etmek zorundasınız ama Hemşire Ratched duyguları alınmış, makineleşmiş bir karakter. Dediğiniz gibi bu karakterin donuk olması gerekiyor. Bu, çok ince bir çizgiydi. Yönetmenimiz Şakir Gürzumar’la birlikte en iyi şekilde çıkardık diye düşünüyorum. Bu işin zor kısmıydı ama öte yandan bu kadar altı çizilmiş, güçlü bir karakteri oynamak da bir kadın oyuncu için büyük şans. Edebiyatta, sinemada, tiyatroda tüm güzel roller erkekler için yazılmış maalesef. Kadın karakterler daha edilgen. Daha çok kadın yazar çıkmalı bu topraklardan.


-Dizilerde durum özellikle son yıllarda daha farklı öyle değil mi?

D.U.: Evet. Dizilerde güçlü ve iyi işlenmiş kadın karakterlere artık daha çok rastlıyoruz. Oktay Kaynarca: Bence kadın karakterlerin dizilerdeki yazılma ve ortaya çıkma biçimleri son 15-20 yılda ülkemizin kaderini değiştirdi. Bu tez konusu olmalı. Kendisine dayatılan kaderi reddedip hayata sıfırdan başlayan kadın karakterler topluma örnek oldu. Birçok kadın izleyici o karakterleri baz alıp hayatlarını değiştirdi. Bunun sonucunda da kadın cinayetleri arttı, çünkü erkekler hazırlıksız yakalandı. “40 yıllık eşim şimdi neden beni dinlemiyor?” demeye başladılar. Bu da beraberinde travmaları getirdi.


‘Sanata yatırım yapmayan cezaevlerine yapar’

-Ülke dediğiniz gibi birbirlerine tahammülü olmayan insanlarla doldu. Bu durumdan çıkmamızı sağlayacak anahtarlardan biri sanat bence. Tiyatro üzerinden konu- şacak olursak ötekileştirme dediğimiz şey seyirci koltuklarına oturduğumuzda yok oluyor. Tiyatro bize empatiyi ve farklılıklarımıza rağmen duygularda buluşmayı hatırlama imkânını sunuyor...

Deniz Uğur: Evet. Ne mutlu ki oyuna gelen seyirci rengârenktir, her renkten seyirci vardır. Oktay Kaynarca: Sanatla bir toplumu tedavi edip başka bir şeye dönüştürebilirsiniz. Eğer sanata yatırım yapmaz, tiyatrolar açmaz, sanata dair bütçeler ayırmazsanız cezaevlerine yatırım yapmak zorunda kalırsınız. “Kültür hayatı fazla olan toplumlar zaman zaman geriye düşmüştür” gibi saçmasapan açıklamalar yapanlar oluyor. Oysa geçmişten bugüne sağlıklı bir değerlendirme yaptığımızda sanatı kavramış bir toplumun hayatı da net bir biçimde kavradığını görürüz.


Röportaj: Ece Saruhan


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.