Şevval Sam, içinde Kürtçe, Ermenice ve Çerkezce türkülerin de bulunduğu, Karadeniz’den Ege’ye, Doğu Anadolu’dan Kafkasya’ya bu toprağın türkülerini seslendirdiği ‘Toprak Kokusu’ albümünü ve yaşadığı topraklara olan derin bağlılığını HT Magazin’e anlattı.


‘Toprak Kokusu’ daha önceki albümleriniz gibi bu toprakların kültürel zenginliğini yansıtıyor. Anadolu’nun farklı dillerini, kültürlerini yansıtma düşüncesi ne zaman oluştu?

Benim müzik yolculuğum, hayat yolculuğumla eşzamanlı olarak ilerledi. Hayatı biraz da müzik kanalıyla keşfetmeye çalıştım. Müziğe dair ne öğrendiysem Kalan Müzik’in bunda çok büyük bir payı var. Hasan Saltık’la yıllar önce yaptığım radyo programıyla başlayan 15 yıllık dostluğumuz, daha sonra müzikal yolculuğa dönüştü. Bu süre içerisinde müzikle birlikte kendimi de keşfettiğimi fark ettim. Farklı tarzlara ilgi duyuyorum ve neredeyse hepsini söylemek istiyorum. Kalan Müzik benim için müthiş bir kaynaktı ve bu farklılıkları hayatıma geçirmemin önünü açtı. Profesyonel müzik hayatım başladığında zaten Anadolu’nun farklı etnik dillerinde türküler söylüyordum. Harbiye Açık Hava konserlerinde de ‘Toprak Kokusu’ konsepti ile bu toprakların farklı seslerini, tarzlarını, dillerini sahneye koyduk. Sonra bu artık bir albüm olsun istedik. Konserlerimin üçte ikisi türkülerden oluşuyor. Kendimi her zaman bu coğrafyanın farklı renklerine, ezgilerine, seslerine ait hissettim.


'İnsan olmayı öğrenebilmek'


Kendinizi daha yakın hissettiğiniz bir yöre var mı?

Çocukluğuma dair spesifik olarak belli bir yöre yok ama bütün aile olarak 20’nin üstünde dilde şarkı söyleyen bir aileyiz. Ailem farklı dünya dilleriyle şarkı söylerken ben bu toprakların farklı dillerine odaklandım; aramızdaki tek fark budur. Anadolu’nun zenginliklerini keşfetme sürecimse, dediğim gibi, Kalan Müzik’le çalışmamla başladı.





Kendinizi Anadolu’nun kültürel zenginliğine adamış gibisiniz. Yaşam felsefeniz nedir?

Hayata bakışım ve hayat yolculuğumun hedef noktası, insan olmayı öğrenebilmek. Bunun haricindeki her şey bir araç. Barışa dair cümleler kurmak, bir arada yaşayabilmek, empati kurabilmek, bir diğerinin varlığına saygı duymak çok önemli. Bu hassasiyetlerimin hepsi söylediğim şarkılarda tezahür ediyor. İnsan olmanın ne anlama geldiğini sorguladığım bu yolda, bütün farklılıkları içselleştirebilmeyi de bir adım olarak gördüm. Öte yandan kendimi çok şanslı hissediyorum.; çünkü kültürel olarak dünyanın en zengin coğrafyalarından birinde yaşıyoruz ve kendimizi ait hissettiğimiz toprağa da, borcumuzu ödememiz gerektiğini düşünüyorum.


'Arabeskin sokak tavrı'


Alaturka, Karadeniz, arabesk, tango, türkü... Böylesine farklı türler zorlamıyor mu sizi?

Bu zengin coğrafyadaki müzikal skala benim iştahımı kabarttı. Çünkü sadece kültürel değil, bedensel olarak da bir keşif sürecindeydim. Mesela alaturka söyler gibi arabesk söylenmez, arabeskin bir sokak tavrı, vahşi bir hali vardır ya da Karadeniz türküsünü arabesk gibi, tangoyu arabesk gibi söyleyemezsiniz bu doğru olmaz. Bu nedenle tangoyu tango gibi, arabeski arabesk gibi, alaturkayı alaturka gibi söylemek, Karadeniz türkülerini şivesiyle, tavrıyla icra edebilmek benim için önemli ve akademik olmamakla birlikte eğitimimin bir parçası.


Arabesk albüm yapmanıza çevrenizden tepki gelmedi mi?

Ben her türlü ayrımcılığa karşıyım. Bu etnik ayrımcılık olduğu kadar sınıfsal ayrımcılığa karşı da bir duruş. İnsanlar arabeski küçümser bir tavır içerisindeydi. Halbuki arabeskin Türkiye’de ortaya nasıl çıktığına, tarihine baktığımız zaman Türk müziğinin yasaklanmasından başlayıp doğudan metropollere göç ve koşullar karşısında insanların çektiği ıstırapları ifade etme çabalarına kadar uzanan bir hikâye ortaya çıkıyor. Sınıfsal olarak da bir empati kurmak gerek diye düşünüyorum. Ben İstanbulluyum ve belki de popüler bir söylem olan -her ne kadar etiketlerden hoşlanmasam da- ‘Beyaz Türk’ diye tabir edilen kategoriye beni katabilirsiniz. Has Arabesk albümü ‘Bu sınıf ayrımına bakmak ve anlamak için bir araştırmaya girdiğim’ şeklinde yorumlanabilir. Arabeskin ilk dönemleri 60’lar 70’lere tekabül ediyor. Göçlerin en yoğun olduğu dönem. Bu açıdan Arabesk, insanların çektikleri ıstırapları, tutunma çabalarını, köklerinden koparılmışlığı ifade etmeleri açısından sosyolojik bir olgudur aynı zamanda. Her müzik, ticari bir hale dönüşene kadar masumdur.


‘Bu herkesin albümü’


Albüm kapağında “Topraklarından köklerinden koparılmış, geçmişi varlığı silinmeye çalışılmış” insanlardan söz etmişsiniz, Bunlar hâlâ yaşanmıyor mu?

Bugün toplumsal olarak farkındalığımızın arttığını düşünüyorum. Bunda teknolojik sürecin büyük katkısı var galiba. Hâlâ ayrımcılık eğiliminde olan insanlar var ancak kitleler birbirlerinden daha fazla haberdar olup empati kurmaya ve tepki göstermeye de başladı.





Albümde Ermeni şarkısı da var Azeri şarkısı da...

Bu albüm artık herkesin albümü. Mesela içinde Ermenice de var Azerice de var. Kürtçe, Çerkezce var. Alevi deyişi de var Çeçen marşı da var. Aslında şimdi bu farklılıkların farkına varıyoruz. Küçüklüğümden hatırlıyorum; Rum komşularımız bir işe “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek başlardı, biz Paskalya kutlardık. Kültürlerimiz öylesine iç içe geçmişti."


‘İstanbul kartım var otobüse biniyorum’


Şöhret kültürüne karşı mısınız?

Benim tabu ya da birilerinin gözünde idol haline gelmek gibi bir arzum, hedefim olmadı. Ben herkes gibi, “biri”yim. Şöhret, popülarite gibi başlıklar benim hayatımın odak noktasında değil.


Kontrolünüz dışında oluşan hayranları fan kitlelerini dağıtıyor musunuz?

İnsanın fan kitlesi olması mutluluk verici tabii ki. Seviyorlar ki takip ediyorlar. Sevgi paylaştıkça çoğalan bir şey olduğu için de bu beni mutlu ediyor. Ama sanal bir fan grubu oluşturmak, sevin beni, takip edin beni gibi bir tavır sergilemek bana göre değil.


Şöhretin iyi yanı yok mu sizce?

Şöhretli olmanın şöyle iyi bir yanı var; bir yere gittiğinizde kendinizi anlatmak zorunda kalmıyorsunuz. Ben kendimi Türkiye’de koca bir mahallede gibi hissediyorum. Herkesle selamlaşıyorum. Otobüse, metroya biniyorum ve insanlar şaşırıyor. Neden şaşırıyorsunuz ben bu ülkenin vatandaşı değil miyim? Benim de İstanbul kartım var ve toplu taşımayı kullanıyorum.


'Yaşar Kemal türküsü var'


‘O Yar Gelir’de Arif Sağ ile bir de düetiniz var...

‘O Yâr Gelir’ benim için hem Arif Sağ’ın düet yapmış olması hem de Yaşar Kemal’in derlemiş olması açısından çok özel. Parçanın sonuna Yaşar Kemal’in kendi sesinden bu türküyü söyleyişini de koyduk. Varoluşa dair felsefesi olan bir şarkı. Bu topraklara ait olmakla gurur duyuyorum...





Dizilerde insani koşullar yok


Seyirci sizi ‘Süper Baba’ ve ‘Gülbeyaz’ dizilerinde oyuncu olarak tanıdı. Şarkıcılığa başlarken oyunculuğun bu kadar önüne geçeceğini tahmin ediyor muydunuz?

Çocukluğumdan beri kendimi en çok ait hissettiğim ve en iyi ifade ettiğim alan müzikti. Bu sebeple müzik anadilim gibidir. Hayatımda müzik hep vardı, oyunculuksa adeta bir laboratuvar çalışması gibidir ve kendi keşif sürecimde alternatif oldu diyebilirim. Müziği biraz oyunculuk gibi algılamıyor da değilim. Mesela arabesk bir kültürden gelmedim ama arabesk söylüyorum. Arjantin’de doğmadım ama tango söylüyorum. Karadenizli değilim ama Karadeniz türküleri söylüyorum. Tabii, Gülbeyaz karakterinin, insanların beni Karadenizli sanmasındaki payı büyük.


Süper Baba’dan günümüze dizilerimiz çok değişmedi mi?

İlk oynadığım dizi ‘Süper Baba’ydı. O zamanlar televizyonlarda şimdiki gibi bir “dizi enflasyonu” yoktu. ‘Süper Baba’, ‘Şehnaz Tango’, ‘Bizimkiler’ başta olmak üzere 3-4 tane dizi vardı, hikâyeler daha az kullanılmıştı. Yaşam tarzı, gündelik yaşam dinamikleri değiştikçe hikâyeler de değişmeye başladı. 15 yıldır evimde televizyon yok o yüzden şu an dizilerde ne oluyor ne bitiyor çok bildiğimi söyleyemem.


Aşırı uzun olması da şimdi bazı oyunculara dizi yapmama kararı aldırıyor. Nejat İşler, Kenan İmirzalıoğlu gibi...

En son 2008 yılında bir dizide oynamıştım, çalışma koşulları oldukça ağırdı. 80 küsur saat ekiple birlikte uyumadan çalıştığımı bilirim. Makul bir çalışma temposu olmadığı için ve bu yoğun tempo da beni çok yorduğu için 2008 yılında oyunculuğa biraz ara vermeye karar verdim. Gerçi şimdi sendikalar kuruldu, çalışmalar yapılıyor ama galiba hâlâ koşullar insan haklarına tam olarak uymuyor.





‘Endüstriye tepki olarak vejetaryen oldum’


Güzelliği de konuşulan birisiniz. Kendinize nasıl bakıyorsunuz özel beslenme ve spor programları var mı?

Sizinle röportaj yapacağım için giyinip süslendim tabii. Güzel olmak hayatımın odak noktalarından değil ama estetik olan her şeye ilgi duyuyorum. Güzel bir şeyle karşılaşmak insana iyi geliyor. Vejetaryen olduğum biliniyor. Kendini spor salonlarına hapsetmeyi tercih etmiyorum. Hafif olmayı seviyorum. İnsanın ihtiyacından fazla tüketmesine felsefe olarak karşı olduğum için bir yerde fazla yesem sonraki öğünde onu dengelemeye çalışıyorum.


Canınız et, tavuk çekmiyor mu?

Ben et yemeyi, endüstriyelleşmeye karşı tepki duyduğum için bıraktım. İnsanlar ihtiyaçlarından fazla et tükettikleri için dönen bu çarkın yanlışlığıydı beni buna iten. Dünya o kadar cömert bir yer ki aslında her ihtiyacı karşılayabilir. Tüketimin artması doğrultusunda da kaynaklar tükenmeye başladı. Ben de bir talep eksilsin istedim. Canımın çektiği zamanlar oluyor tabii ama bir bakıma ben bu dünyaya nefsimi terbiye etmek için geldim. Kaldı ki ihtiyacım olanı karşılayacak bir sürü lezzetli gıdalar var. Siyah mercimek ve avokado müthiş bir protein deposu. Yumurta, yoğurt ve peynir yediğim için vegan değilim. Merak edenler için... Daha yeni kan tahlili yaptırdım. Kan değerlerim gayet iyi, kolesterol sorunum yok.


Röportaj: Bülent ipek

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.