Orhan Pamuk “Bejan Matur’un zarif ve şiddetle hissedilen şiirleri”nden bahsetmişti bir yazısında. İngiliz yazar ve eleştirmen John Berger ise onun “bir haykırışı andıran” şiirlerine hayranlığını dile getirmiş, okurların bu şiirleri “kelime kelime değil el ele takip etmesi gerektiğini” yazmıştı. Uzun yıllar sürdürdüğü köşe yazarlığını artık bırakan Bejan Matur’un yeni kitabı “Son Dağ” çıktı. Kürt ve Alevi kökenli Matur’la röportajımızda hem şiirini hem de içinden geçtiğimiz çağın siyasi meselelerini ve barış sürecini konuştuk. Hayatının İstanbul, Maraş, Londra ve New York’ta geçtiğini, hep seyahat halinde yaşadığını ama önümüzdeki dönem New York’ta daha uzun bir süre kalacağını anlattı: “En çok Maraş’ta yazıyorum, çocukluk manzarama dönmek iyi geliyor ama şiirin mekânı yok. Uçakta ya da uyku arasında da yazıyorum. Bütün bu koşuşturmaca içinde hep korumaya çabaladığım bir iç alanım, mağaram da var ve aslında oradan pek çıkmıyorum. Dışarıdaki hayat o kadar acımasız ve incitici ki kendimi ancak orada iyileştirebiliyorum. Bana sorarsan içinde şiir olmayan hiçbir uğraş değerli değil. İnsan siyaset yapıyorsa bile içinde mutlaka şiir olmalı.”


Yeni kitabının adı “Son Dağ”. Tabiatın unsurları senin şiirinde hep yer bulur ama yine de niçin “son” dağ?

Dağ, kainatın genişliğini en iyi gördüğümüz yer. Çocukluğumun manzarası. Çocukluk önemli; bilinçdışını oluşturan, metaforları var eden imgeleri biz hep oradan derliyoruz. Chagall, “Herkes doğduğu odayı anlatır” der ya; doğru. Ben de işte şiirimde hep doğduğum manzarayı, çocukken baktığım dağları, nehirleri anlatıyorum, muhayyilemi onlar belirliyor. Ayrıca dağ yeryüzündeki yalnızlığımıza bir cevap aynı zamanda. Güveni, sığınmayı, ümidi, bizi dünyadaki kötülüklerden koruyabilecek yegâne güç olarak tanrısal merhameti simgeliyor.


Dağ imgesinin politik bir yanı da olmalı...

Evet, dağ coğrafi, kültürel ve politik olarak da önemli, arkasında koskoca bir tarih var. 100 yıl önce Ermeniler Musa Dağı’na sığındılar, bugün Kürtler başka bir dağ arayışındalar. Rakel’in hikâyesindeki gibi... Tehcirden kaçan bazı Ermeniler dağa sığınarak Kürtleşiyor ve bir Kürt aşireti olarak yaşarken Hıristiyanlıklarını gizli gizli yaşıyorlar. Buna benzer o kadar çok hikâye var ki.





‘Kalbe gömülmüş acıları anlatıyorum’


Bir şiirini “tarihin yanlış anlattığı bütün kahramanlara” ithaf ediyorsun...

Adı, “Şeyhim”... Ses ve ritim olarak da diğerlerinden farklı oldu, göktaşı gibi düştü adeta. Sonuçta senin hikâyen, yaşadığın toplumun tarihi aynı zamanda. Şiirlerimde doğduğum toplumun çok da dile gelmemiş hikâyelerini, kalbe gömülmüş acılarını anlatıyorum. Bir vakanüvis değilim, sadece bazı olayların geçip gittikten sonra arkalarında bıraktığı tortuyu kayda düşmek, onu yaşamamışlara hissettirebilmek gerektiğine inanıyorum.


Şiirin şifalı bir etkisi olduğunu söyledin...

Kendimi hep şiirle iyileştirdim, şiire dair beni en büyüleyen şey bu. En son Uluslararası Af Örgütü için insan hakları konusunda bir konuşma yapmamı istediler. Cezaevindeyken gördüğüm işkenceden bahsedecektim ama her şeyi bir yana bıraktım ve şiirin gücünü anlattım. Cezaevindeyken hücremin karanlığında elmas gibi parlayan bazı kelimeler bulmuştum ve beni onlar hayatta tutmuştu. Sonrasında yazdığım her şey o sağ kalma çabasının bir tutanağı gibi.


“Şapka” şiirindeyse bir cumhuriyet eleştirisi var. O dönemin kusursuz bir dünya yaratma arzusundan bahsederken, “Geleceğin ülkesi sağlam olmalı ama gerçeksiz” diyorsun.

Ancak yeni yeni tartışmaya başladığımız Dersim trajedisiyle ilgili o şiir. Bir gün Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık arayıp bir şeyler göstereceğini söyledi. Hasan’ın Dersim konusunda muazzam bir arşivi vardır. Onları ilk görenlerden biriyim. Haritalar, krokiler, ordu tarafından kırmızı kalemle işaretlenmiş harekât planları, insanların ne şekilde yürütülüp hangi mağaralara doldurulacağının bilgileri ve yürek dayanmayacak fotoğraflar vardı. Yaşlıların anlattıklarını dinlemiştim, yaşanan trajediye sözlü kültürden aşinaydım ama onunla bu kadar çarpıcı bir çıplaklıkta karşılaşmak beni çok etkiledi. O dönemde büyük bir mühendislik çalışması gerçekleştirilmiş ve teslim olmayı reddettiği için Dersim, daha steril bir toplum yaratma çabasının çıbanbaşı saydığı bir yer olmuş. Ben de bunları topluca görmenin verdiği duyguyu kâğıda döktüm.


‘Yüzleşmenin bir vakarı haysiyeti vardır’


Bu meseleleri artık açıkça konuşabiliyor muyuz yoksa hâlâ tedirgin miyiz?

Türkiye’de biz çok konuşuyoruz ama hiçbir şey söylemiyoruz. Bir sonucu olmuyor konuştuklarımızın, bir değişime ya da dönüşüme yol açmıyor hiçbiri. Mesela Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık döneminde Dersim’le ilgili olarak “Gerekirse özür de dileriz” cümlesi çok değerli olabilirdi ama bunu CHP’yi dövmek için yaptığını fark edince orada başka türlü bir pragmatizm seziyorsun. Yüzleşmenin bir vakarı, haysiyeti vardır. Suçunu kabullenmen, karşındakinin üzüntüsünü, acısını kalbinde duyman gerekir. 1915’in 100’üncü yıldönümü yaklaşıyor, ne yapıyoruz? Gerekirse Ermenilerden özür dileyeceğimiz söyleniyor. Eh, tabii ki gerekiyor.





Kitap “Artık her şeyi bağışlıyorum” dizesiyle bitiyor. Bu özgürleştirici, arındırıcı olmalı.

Kesinlikle. Toplum olarak nefreti yenmek zorundayız. Öfke ve acı ayrı ama nefretin kalbi karartan bir ağırlığı var. Bir konu daha var... Memlekette Alevi-Sünni çatışması Kerbela’dan beri bin yıldır devam ediyor, anlıyorum ve işte şimdi de Alevi Açılımı konuşuluyor. Oysa Alevilerin topu topu 8 maddelik bir gündem listeleri var, en önemli madde de cemevlerinin ibadethane kabul edilmesi. Bu kadar basit aslında, evirip çevirmeye gerek yok. Ama işte Dersim ve Ermeni meselesinde olduğu gibi burada da bol bol laf kalabalığı yapılıyor ve bir yere varılamıyor. Bu toprakların insanı özünde barışçıl. Devleti yönetenlerin aklı doğru işlediğinde toplum o kadar kolay entegre oluyor ki. O yüzden çok daha derin ve toplumu doğru anlayıp yorumlayan yöneticilere ihtiyacımız var.


İçinde bulunduğumuz barış sürecinde geldiğimiz yer neresi sana göre?

Barış büyülü bir kelime. Hepimiz bunu arzuluyoruz, kalbimiz orada atıyor. Türk-Kürt savaşıyla ve silahların susması gerektiğiyle ilgili olarak çok yazdım ve bu uğurda her çabayı çok değerli buluyorum. Ne hayaller kuruldu, ne sözler verildi biliyoruz. Ne kadarı tutulacak, onu da göreceğiz. Yine de pozitif bakmamız ve elimizden gelen desteği vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Barış sadece iktidara bırakılmayacak kadar değerli bir ihtiyaç.


‘Artık annemin diliyle Kürtçe şiir de yazıyorum’

Nasıl yazıyorsun?

Şiir bana önce ses olarak geliyor, genellikle de yürürken. Nota bilsem, o kelimeleri, daha doğrusu sesleri yazardım. Bir ses duyuyorum önce ve ayağımın altında taşı toprağı hissederek yürürken işittiğim sesler müziğe dönüşüyor. Şiir yazmak şaman ritüeli gibi. Kendimi bir zikir duygusuyla doğaya veriyor ve içimde oluşan ses anaforundan hatırlayabildiklerimi kaydediyorum. Ve işte onlar şiir oluyor. Geçen yaz Maraş’ta yürüyordum, yine bir ses geldi. Kâğıt kalem yoktu, ben de duyduğum sesi unutmamak için şarkı söyler gibi mırıldanarak telefonuma kaydettim. Çok acayip bir deneyimdi, çünkü ilk kez şiirin bana geldiği haliyle neye benzediğini sonradan görme şansım olmuştu. O kadar teslim alan bir şey ki.


Hazırsın ama bu teslimiyete...

Sen isteyince gelmez şiir, kendisi isteyince gelir. Hazır değilsen, kalbini tertemiz ve açık halde bırakmamışsan tek kelime yazamazsın.


Ne zaman Kürtçe şiir yazacaksın, bildiğim kadarıyla daha önce hiç yazmadın...

Artık yazıyorum. Deniyorum en azından. Maraş kenarda hatta Kürtlüğün de kıyısında bir yer. Bizim konuştuğumuz Kürtçe ile standart Kürtçe’nin dili olan Botan yöresi Kürtçe’si çok farklı. Tıpkı İrlanda İngilizcesi’nin standart İngilizce’den farklı olması gibi. Ben bilhassa yaşlılarımızın dilini seviyorum. “Neolitik nineler” diyorum onlara ve giysilerine, tavırlarına, seslerine, sözlerine, arkaik neredeyse zamansızlık oluşlarına hayranlık duyuyorum. Bir saçağın altında oturan yaşlı kadına bakınca, yüzüne düşen gölgeyi görüyorum ve 10 bin yaşındaymış gibi geliyor bana. O kadınların konuştukları dil benim için anne dili. Ben annemle hâlâ öyle konuşuyorum ve Kürtçe şiir yazacaksam da o dille yazmak istiyorum. Böyle 12 şiirim var, gözbebeğim gibiler.


‘Yaş ilerledi, hayat değişti, ben büyüdüm’

Kitaptaki bölümlerden biri de “Anne”...

Benim yolum galiba hep varoluşla ilgili imgelerle kesişiyor. “Gılela” diye bir şiir var mesela. Kürtçe bir kelime bu, annemden duymuştum. Tozu, toprağı, kuru yaprakları toplayıp götüren, temizleyen küçük rüzgâr hortumu anlamına geliyor. Aniden başlıyor, başladığı gibi bitiyor. Rüzgâr adları çok güzeldir Kürtçe’de ve bazıları sanırım sadece benim doğduğum yerde, Maraş’ta kullanılır. Sonradan o şiiri okurken “Ben bunu nasıl yazabildim” duygusu geldi; aynaya, içine doğduğun yuvaya, yere, göğe, dünyaya bakıştaki, kâinatı algılayıştaki saflık ürpertti beni. İlk şiirlerimde daha kapalı, sisli olan söyleyiş giderek sadeleşip yalınlaşmıştı. Daha az cümle, daha az kelime olmak istiyor benim şiirim, harf olmak hatta harf bile değil, ses olmak istiyor ve ruhum hep oraya, köklerimin durduğu yere, aslolana çekiliyor.


Bu sadelik nasıl bir çabayla geldi?

Özel bir şey yapmadım. Yaş ilerledi, hayat değişti, ben büyüdüm, ondan herhalde...


Röportaj: Gülenay Börekçi

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.