Ece Temelkuran’la yeni romanı “Devir” için buluştuk. Roman, 12 Eylül’ün hemen öncesinde Ankara’da geçiyor ve olaylar iki çocuğun, Ayşe ile Ali’nin gözünden, dilinden aktarılıyor... Temelkuran’la o yılları, bugünü, travmalarımızı, cinselliği, devrimi, Kuğulu Park’ın en sessiz sakinleri olan kuğuların trajedisini, Bülent Ersoy’un bizim toplumumuz için neyi simgelediğini ve başka şeyleri konuştuk...


Ece Temelkuran, üçüncü romanı “Devir”de hikâyeyi çocuk kahramanları Ayşe ile Ali’nin gözünden, dilinden anlatıyor. Zaten 1980’de karakterleri gibi Ece de 8 yaşındaymış. Öyle bakınca hatırlamak üzerine bir roman olan “Devir”in aynı zamanda yazarın kendi hatırlama, geçmişi anlamlandırma serüveni olduğunu fark ettim. Ve “Dil geçmişi hatırlamana nasıl yardımcı oldu” diye sordum. “Romanda bir çocukluk dili kurdum ama bu dil benim gerçek çocukluk dilim mi yoksa sonradan icat ettiğim kurgusal bir dil mi, çok emin değilim” diye cevap verdi. “Yazarken geçmişi sadece kelimeler değil, kokular, sesler, mekânlar aracılığıyla da hatırlayabileceğimizi hissettim ve kelimelerin resimlerini görmeye, seslerin kokusunu almaya, kokuların sesini işitmeye çalıştım.”





Kendinle, memleketle ilgili ne keşfettin o süreçte?

Büyürken yaşadığım bunaltının sadece bana ve aileme değil, bu toplumun bütününe ait bir şey olduğunu fark ettim. Meğer toplumsal bir meseleymiş ama anlamam için yıllar geçmesi, ne bileyim Gezi’nin olması, benim kendimi bu romanı yazmaya hazır hissetmem falan gerekiyormuş. Travmam sandığım şey, ülkenin travmasıymış. Bir de, bizim dışımızda olup bittiğini sandığımız şeylerin ruhumuzu bir biçimde etkilediğini gördüm. Aşkı bile politikadan bağımsız yaşamıyor insan. Sırf kendi kuşağım için söylemiyorum bunu, önceki kuşakların da, sonrakilerin de kendilerine göre hikâyeleri var elbette ama sonuç değişmiyor, bu ülkede olan her şey neticede kişisel kaderlerimizi belirliyor.


Son kuşaklar en talihsiz olanlar bu durumda... Travmalarımız antik şehirler gibi hep üst üste duruyor. Üstteki katmanı kazıyorsun, altından başkası çıkıyor ve bu böyle sürüp gidiyor...

Ama şu da var: Hatırlamak birçok nedenle acıları hatırlamakla bir tutuluyor, oysa sadece ölümleri ve acıları değil, yaşamı, yaşama anlam veren küçük şeyleri de hatırlayabilmeliyiz. Yoksa tarih bir trajediye, hayat da bir yenilgiye dönüşür. Ben burada bir bakıma hatırlamak sözcüğünü lanetli bir sözcük olmaktan çıkarmayı denedim.


Hatırlamaya değer bulmadıklarımız, hatırlamaktan korktuklarımız ya da utandıklarımız değil sadece, başka şeyler de var...

Evet, tarih büyük yenilgilerden ya da büyük zaferlerden ibaret değil.


Gündelik hayatın irili ufaklı ayrıntılarına yer vermişsin. “Hafta Sonu” Gazetesi, “Dallas” dizisi, Bülent Ersoy... O yıllarda Bülent Ersoy’dan söz etmek niçin çekici bir şeydi?

Herkesin kafasını meşgul eden Bülent Ersoy meselesi, bence faşizme doğru gidişin en mükemmel göstergesiydi. En solcu, en marjinal gazetelerde bile o tartışılıyordu. Tabii olumsuz şekillerde... Şair Nedim’in dizeleriyle, “Kız mısın, oğlan mısın kâfir?” diye manşetler atıyorlardı. Solcusu da sağcısı da Bülent Ersoy’un kadınlık-erkeklik meselesinde nerede durduğuna takık vaziyetteydi.


Tartıştığımız öteki politik meseleler kadar politik bir şey değil mi bu?

Sakladığın sürece her türlü günahı işleyebilirsin... Bülent Ersoy’un cinselliği değildi sorun, saklamaması sorun olmuştu. Zeki Müren röportajlarında “Bilmem kaç kadınla yattım” gibi şeyler söylerdi bir dönem. Çok acı bir şey; bu ülkede ayakta kalmak için ne yapması gerektiğini anlamış ve yeteneğini korumak zorunda bırakılmış bir adammış demek. Bu ülke insanı her an yalan söylemek, kendini savunmak zorunda bırakıyor. Bozulma, dağılma, delilik dönemlerinde insanlar hep bir cadı arar. Dönüşümünü göz önünde yaşayan Bülent Ersoy o dönemin cadısı oluyor. Hem korkulan hem eğlendiren ama aynı zamanda çok kırılgan... İçeri alındığında medya tarafından yalnız bırakılmıştı.


“Çırpınırdı Karadeniz”i okumadığı için vurulduğunu hatırlıyorum ben.

Bülent Ersoy üzerinden bir Türkiye tarihi yazılsa çok güzel olmaz mı?


Cinselliğin başka yüzleri de var romanında... Mesela Ayşe’nin annesi bir gün eski sevgilisiyle buluşuyor ve onun nasıl öpüştüğünü bilmediğini fark ediyor. Sevgiliymişler ama sevişmemişler, öpüşmemişler bile...

Evet ama abartmamak gerek, insanların cinselliklerini yaşayamaması darbe sonrası cilalanan bir propaganda söylemi; bir eksik hatırlama hali. Sevişemediler, çünkü en az onun kadar heyecanlı başka bir şey yapıyorlar, inandıkları şeyler için mücadele veriyorlardı. Bunu Gezi’ye katılanlar anlar yani. Sevişmek kadar, belki ondan çok daha iyi şeyler var. Özgürlüğün seksle tarif edilmesi 12 Eylül sonrasına denk düşüyor.


Özgürlüğü sen neyle tarif ediyorsun?

Özgürlük benim için, kendi kendini var edebilme olanağı ve hakkıdır. İnsan istediğiyle yatabilir belki ama bu onu özgür yapmaz...


Hatırlamak için özel bir çalışma mı yaptın yoksa sadece hafızana mı güvendin?

Solun tek bir tarihi yok aslında, herkes başka türlü anlatıyor ve hâlâ hiç anlatılmamış şeyler var. Bazı şeyleri öğrenebilmek için uzun süre Meclis arşivinde çalıştım. Kadıköy’de sahaf bir arkadaş var, o da yardımcı oldu. Unuttuğum bazı şeyleri de hatırladım tabii. Evlerimizin eskiden şimdiki gibi kokmadığını mesela... Çamaşır yıkarken yumuşatıcı kullanmıyorduk, belki bundan. Romanımda sesleri, kokuları, renkleri kullanma sebebim bu oldu, okur da kendi hatırlama sürecini yaşasın istedim.


“Devir” hatırlama biçimleriyle de ilgili. Tıpkı Ayşe, Ali ve diğer karakterler gibi bizler de farklı şeyleri hatırlıyor, farklı şeyleri unutuyoruz. Türkler, Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Müslümanlar...

Tek başına hatırlamanın insanı çıldırttığını düşünüyorum ben. “Hayır, yanlış hatırlıyorsun” diyecek birilerine de ihtiyacımız var. Darbeler niçin yalnızlaştırıyor? Çünkü herkesi tek başına düşünmek zorunda bırakıyor. Her birimizin ispatı bir başkası ama bir araya gelemediğimiz için tarihimiz hep yarım kalıyor. Hatırladığımız farklı şeyleri bir araya getirebilsek, yanlış bildiklerimizi düzelterek hikâyeyi tamamlayacak, birbirimizle ve kendimizle sulh olacağız.


Yetişkin olacağız belki. Şunu düşündüm az önce: Sadece acılarını hatırlayanlar, sürekli kendine acıyan ergenler gibi.

“Herkes bana karşı” demek bir ergen tavrı, evet. Bu ülke çok uzun zamandır bunu yaşıyor. Zalim olmaya hakkı var, çünkü kendisi kurban... Yetişkin olsa ne bu kadar zalim kalabilir, ne kendini bu kadar kurban hisseder. Kurban olmak konforlu bir şey, öylece durup dilediğince kendine acıyabilirsin, nasılsa başına gelen hiçbir şey senin seçimin değil.





'Özgür olmak istemiyordunuz dediler’

Kuğular kaçmasın diye kanatlarına minik bir operasyon yapılıyormuş Ankara’da. Yani devletin insanlara yaptığını biz kuğulara yapmış, kanatlarını kırmışız.

Veteriner, uçma isteklerini yitirdiklerini yazmış. Kanadını kırıp “Hah, artık uçma isteği kalmadı” diyorsun. Bize de hipnotik bir biçimde, “Siz zaten özgür olmak istemiyordunuz” dediler. Zamanla da içimize “Bu millet adalet istemez, eşitliği kaldıramaz” gibi bir his yerleşti. Tüketmekten başka derdimiz kalmamıştı, kendi seçimimiz sandık.


B sınıfı filmlerdeki deli bilim adamları geldi gözümün önüne...

Deli bilim adamı, “Çok yorgunsun, ilaçlarını alıp biraz uzan istersen” diyor...


Çocukların kuğuları kurtarmak istemesinde masalsı bir ton var. Kuğular neyi simgeliyordu senin için?

Gücü ve zarafeti. Zor koşullarda bile güzel görünüyorlar. Vakarlılar. Yaşarken susuyorlar, seslerini sadece ölürken işitiyoruz. Gezi döneminde kuğuları gazdan kurtarmaya çalışan çocukları okumasaydım bu hikâyeyi kurmazdım. Bugünle bağlantı kuramazsam geçmişte yaşanmış bir olayın benim için anlamı yok.


‘Tek başıma iyiyim...’


Edebiyatla eskisine göre çok daha yakın ilişkidesin. Yoğun bir şekilde politika yazarken belki de bu olamayacaktı.

Kendimi tedavi etmek zorundaydım. Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ı Tunus’ta yazdım. Düşün; yaşadığım mahalle İslamcılar tarafından yakılacak, etrafım çevrilmiş, sokağa çıkma yasağı var ve ben ha bire yazıyorum. O acayipliğin içinde çok iyi dostlarım da oldu tabii, bana yardım eden. Bu romanı daha ferah hatta lüks denebilecek koşullarda yazdım. Bu yüzden benim için kıymetli, korumak istiyorum onu. Kendimi korumak istiyorum belki.


Neden korkuyorsun?

Türkiye’de beraber yürüyebileceğim bir siyasal hareket yok. Tek başıma bir şey yapmak da kendimi kurban etmek olur. Muhalefetin ne kadar yedeksiz çalıştığını biliyorum. Destekledikleri kişilerden nasıl bir anda gerekçesiz nefret edebildiklerini ve onları yalnız bıraktıklarını da. Tek başıma iyiyim.


Ne yapacaksın?

Roman yazacağım. Esas karakterin Kürt olduğu bir roman belki... Ama zor benim için. Kürt meselesiyle ilgili iyisiyle kötüsüyle çok fazla duygum var çünkü.


‘Gezi çalınmış sözcükleri bize geri verdi’

“Gezi hem özgürlük, demokrasi, adalet gibi çalınmış sözcükleri sahiplerine iade etti hem de her şeyi yerli yerine oturttu. İktidar şakşakçısı entelektüelleri ait oldukları yere çekti, iade-i itibar edilmesi gerekenlere iadeyi itibar etti. ‘Bir dakika, bu adamların sözünü ettiği şey demokrasi değil’ dedi. Ama şu da var: Gezi çok büyük bir şey olsa da ilk değildi. 80 öncesindeki Fatsa komünü, bazı köylerdeki Gezi benzeri komünler... Dolayısıyla Gezi’yi kendi ağırlığıyla görmek lazım, ne daha ağır ne daha hafif...”


Röportaj: Gülenay Börekçi

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.