Orhan Pamuk’un yeni romanı “Kafamda Bir Tuhaflık” (Yapı Kredi Yayınları) geçen hafta piyasaya çıktı. Onunla kitapla ilgili bazı söyleşiler yapıldı, hiçbirini okumadım. Söyleşilerin kitap tanıtımı mahiyetinde olacağını düşündüm çünkü. Ben Pamuk’la kitabı üzerinden Türkiye’yi okumak istedim. Çünkü Bir günde bitirdiğim kitap, aslında bugüne dair çok cümle içeriyordu. Yani kitabın sahici kahramanı Mevlut’un kafasındaki tuhaflıklar gibi, benim de kafamda bir sürü tuhaflık ve soru vardı bize ilişkin. Bunları yazarımıza yönelttim. Ortaya gerilimli ama gerçekçi bir söyleşi çıktı sanırım. Böylece hem kitabı hem de Pamuk’u daha doğru anlayacağımızı düşünüyorum. O gerilimleri ve Pamuk’a söz verdiğim gibi cevaplanmayan soruları da bırakarak, aynen aktarıyorum konuşmaları...


1996’daki ilk söyleşimizde bana, “Nişantaşılı Orhan Pamuk olmayacağım” demiştiniz. Üzerinden 5-6 roman geçti. Bu roman da, o “olmamanın” bir parçası sanki...


Romancılık kendinizden bahsederken dünyadan, başkalarından; dünyadan, başkalarından bahsederken kendinizden bahsetme sanatıdır. İyi romancı hatıralarını, yaralarını öyle güzel anlatır ki, “vav o insanoğlunu başkalarına ne güzel anlatmış” dersiniz. Ya da başkalarını, yaşamadığı, öğrendiği, hayal ettiği şeyleri öyle anlatır ki; “vav bu adam amma şeyler yaşamış” dersiniz. Romancıyı romancı yapan kendini başkasının yerine koyma hüneridir.


Siz başta kendi dünyanızı anlattınız.


Evet, özellikle “Kara Kitap,” “Cevdet Bey ve Oğulları”nda kendi Nişantaşı dünyamı anlattım. Ama “Benim Adım Kırmızı”da benden çok uzak olan 16. yüzyıl İstanbul’u ressamları ya da “Kar”da 1990’ların sonunda soğuk yoksul Kars vardı. Ama orada bile her zaman yazar, tutunduğu bir yaşanmışlık arar. Mesela ben de ressam olmak istemiştim ve resim yaparken elim nasıl olur biliyordum. Ya da oradaki aile; babamız olmadığı zamanki ailem üzerine kurulmuştu. Bu kitap da büyük manzarayı anlatıyor.


Türkiye’nin 50 yılını...


50 yıl boyunca Mevlut adlı kahramanımızın İstanbul’daki hayatını yakından takip ediyoruz. İstanbul’a 1969’da, Anadolu köyünden geliyor. Bugünkü Kuştepe, Mecidiyeköy’ün arkaları benzeri bir hayali tepede amcasının yaptığı eve yerleşiyor. Bakın, gecekondu kelimesini kullanmıyorum. Sonra askerliğini yapıyor, Tarlabaşı’nda, tapusu olmayan eski bir Rum evinde kiracı olarak yıllarca yaşıyor, gündüzleri nohutlu pilav, akşamları boza satıyor, büfe yöneticiliği yapıyor. O hayatı ben yaşamadım, ama yaşayan on binlerce insan gördüm. Bana da o kadar uzak değil. Ama bu hayatı yaşamadığım için de, bu hayatı yaşayan yüzlerce kişiyle röportaj yaparak yazdım bu romanı.


Kuştepe, Gazi Mahallesi, buralara gittiniz...


Bir dönem pazar günleri, trafik de açıktı, atladım taksiye, korumam Nuri Bey arkada, bazen kız arkadaşım Aslı da olurdu, oraya buraya gittim. Sultanbeyli’ye de gittim ama o, romana girmedi. 60’larda elleriyle gecekondu yapmış insanlarla görüştüm. Ya da elektrik tahsil işi yapan memurlarla konuştum. Kitabı okuyunca ne dümenler döndüğünü görüyorsun. Ama romancılık bu malzemeyi toplamak değil, onu kendinin kılmak, Mevlut’un kafasının tuhaflığının bir parçası yapmak.


Bunu bir göç romanı olarak adlandırabilir miyiz?


Adlandıramayız çünkü roman herkes göç ettikten sonra başlıyor. Özellikle kitabımda köyü göstermemeye gayret ettim. Kitap 470 sayfaysa ancak 15 sayfası köyde geçer. Böyle bir köy romanı alışkanlığımız var ama ben kitabın kapağına “Mevlut köyden gelir” değil, “Mevlut gelir” yazdım ki, köy romanı gibi olmasın. Bu sapına kadar şehir romanı. Ama zengin şehirlilerin değil, yoksul şehirlilerin romanı.





"Yüzde 65-35, 200 yıldır kavgalı"


Önceki kitaplarınızda daha fazla siyasi mesaj vardı sanki.


Hangisinde vardı mesela?


Mesela Kar.


Ama o siyasi bir romandı. Ne diyorum ben? Benim Adım Kırmızı’da resim sanatından milletin ruhuna bakıyorum. Kar’da siyaset, Kara Kitap’ta İstanbul, Masumiyet Müzesi’nde aşk üzerinden. Burada da yoksullar demeyelim, İstanbul’a sonradan eklenenler üzerinden şehre ve hayata bakıyoruz. Şehrin çoğunluğu da bu insanlar.


Türkiye’de zıtlıklar bitmez. Romanlarınızda hep üzerinde durduğunuz Doğu-Batı zıtlığı gibi. Veya bu kitaptaki laik-muhafazakâr, sağcı-solcu. Buradan kabaca siyasete girmek isterim.


Ben de “kabalıktan kaçınalım” derim.


Şu anda Türkiye’nin temel zıtlığı ne sizce? Laik-muhafazakâr mı, dindar-Kemalist mi?


Romandan konuşup sonra bunlardan bahsetsek?


Bunlar romanla ilişkili ama.


Sen romanda neyi sevdin? Oradan başlasak?


Zıtlıkların buluşmasını işte. Anadolu’dan gelmiş muhafazakâr ailenin kızı, Kürt Alevi gençle evleniyor. Ama bunların hepsini de üstten bağlayan bir şey var. Aşk, rant gibi. Bu zıtlıkları hizaya getiren bunlar. Evet, hayat derdi, ekmek derdi.


Sivrilikleri törpülüyor.


Bence Türkiye’de de böyle oluyor.


Bu derin zıtlıklara rağmen biz hâlâ nasıl birlikte yaşıyoruz, onu soracaktım ben de.


Sen konuya girerken, “ikiye bölünmüş vaziyette ne yazık ki ülke” dedin ya. Bir yanda yüzde 60-70’lik milliyetçi-muhafazakârlar. Yok, herkes milliyetçi aslında da... Bir de, yüzde 30’luk eski Halk Partili, Batılılaşmışlar. Tam bu netlikle iki partiye ayrılmış değil ama 3-4 partiyle durum bu. Şimdi ayrı bir takım olarak Kürtler de çıktı. Kürtleri bir yana koyarsan, yüzde 65-35 oranı, 200 yıldır var bu ülkede. 200 yıldır bunlar aralarında kavga eder.


Şimdi daha da artmadı mı?


Son 10 hatta 5 yılda, bütün ekonomik büyümeye rağmen kavganın en tepedeki dili sertleşti, acımasızlaştı, gaddarlaştı. Herkes birbirini her türlü hainlikle suçluyor. Ben, bu iki takımı da gören bir Türkiye, bir yoksullar romanı yazmak istiyordum. Yoksullar yalnızca bu tarafta diye bir şey yok. Senin temel kahramanının bu kavgada çok kuvvetli, öne çıkan görüşleri olmamalı. Olursa solcular veya aşırı sağcılar arasında barınamaz. Mevlut’ta öyle bir şey yok. Çok içten, samimi ve dürüst. Ekmek derdi, onun siyasi, ideolojik derdinden daha ön planda. Bu yüzden de solcularla da, Alevilerle de, Kürtlerle de arası iyi. En iyi arkadaşı Alevi. Amcaoğulları ülkücü, muhafazakâr, bazen dinci, bazen bayrakçı insanlar. Onlarla da zıtlığa düşmüyor. Hiç mi kendi düşüncesi yok? Çok. Ama idare ediyor. Çünkü şehirde tutunmak istiyor. Sosyalistleri daha çok seviyor ama “niye Allah’a inanmıyorlar” diyor mesela.


Hep bir sıkıntısı var.


Her iki taraftan da sevdiği şeyler, sıkıntıları var. Böyle bir kahraman yaratmak istedim ama ülkemin çoğunluğunun da böyle olduğunu düşünüyorum. Bu kitapta savaştığım edebi ve sosyolojik ideoloji, önyargı ideolojisi şu: Yoksulların bireyliği gelişmemiştir. Ben, bir yoksul kahraman yaratayım, onun bundan önceki romanlarımdaki burjuva, Nişantaşılı kahramanlar gibi insanlığını bütün zenginliğiyle ortaya koyayım istedim. Her zaman kalbimde orta sınıf kahramanlarının insanlığını anlamak vardır.


Mevlut’la bir umut da aşılamak istiyorsunuz öyleyse.


Mevlut’un iyimserliğini Türkiye de alsın isterim. Türkiye’deki bu kavgayı insanlar o kadar önemsemesin isterim. Hayat da bana Mevlut gibi olmayı öğretiyor biraz. Ben de...


Herkesle iyi geçinen Mevlut karakteri sizin tarzınıza da uyuyor. Siz de Mevlut’sunuz.


Mevlut’a benzetilmek beni mutlu ediyor. Roman bitti, Mevlut’tan ayrıldım diye üzgünüm. Kitabımı sevmesinler ama Mevlut sevilsin isterim.





"Hat dersi için gittim, dergâh çıktı"


Kahramanınız Mevlut bir ara, Fatih-Çarşamba’da, Efendi Hazretleri dediği bir şeyhe gidiyor. Ona biat edeceğini sanıyoruz ama olmuyor.


Orada muhafazakâr, hatta bugün koyu dinci diyebileceğimiz Çarşamba semtindeki hat hocası Efendi Hazretleri’ni anlattım. Mürit toplayan, çok da ünü olmayan küçük bir dergâh. Bu aslında şahsi tecrübem. Ben de 1974’te Teknik Üniversite’yi bırakıp başka şeylerle uğraşmak istediğim zaman, böyle bir hocadan hat dersleri aldım bir süre.


Sonra ne oldu?


Oradaki taşralı muhafazakâr öğrencilerle benim, Nişantaşılı Orhan’ın yan yana aynı hocadan ders alması bir süre sonra mümkün olmadı.


Sıkıntı mı oldu?


Kavga falan çıkmadı da ben sıkılmaya başladım. Anladım ne olduğunu, bıraktım. Hattat olmak da istemiyordum zaten. Ama öğrenmek istiyordum. Başka şeyler görünce sıkıldım oradaki ilişkilerden ve hiçbir saygısızlık etmeden yavaşça arazi oldum. İyi ki bırakmışım. Hattat olmak istemediğimi anladım. Aynı yaşlarda ressam olmak istemediğimi anladığım gibi.


Yaş kaçtı?


23-24. İlk romanıma başladığım günlerdi.


"62 yıldır İstanbul’dayım"


Kitapta hem bir umut hem umutsuzluk var...


Kitabın umutsuzluk veren yanı şu: Sonunda Mevlut da yaşlandığını hissediyor. Şehre yeni insanlar geliyor, onlar da yeni binalar yapıyor ve Mevlut ne olup bittiğini anlayamıyor bile. Yaşlanmak, toplumun dışına çıkmak, yeni kuşaklar tarafından dışarıda bırakılmak; bunların acısını hissediyor. Bir şehirde insan olmak böyle bir şey. Hele bizimki gibi hızla büyüyen bir şehirde... 62 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Bu 62 yılın son 15 yılındaki gelişme, ilk 47 yılındaki gelişmeden daha büyük. İlk 47 yılda hiçbir şey değişmedi, Avrupa’nın kenarında fakir kaldık. Son 15 yılda ise çok önemli bir ekonomik büyüme oldu. Bu büyüme de en çok binalara yansıdı. Bir binalarda gözüktü, bir de manevi olarak da orta sınıfların, yeni zenginleşenlerin kimliklerine, davranışlarına, dünyaya bakışlarına duydukları güvende gözüktü bence


"4 bardak boza bir bardak bira eder"


Mevlut ilk İstanbul’a geldiğinde Duttepe’de dindar muhafazakârlar, Kültepe’de solcu Alevi-Kürtler var. Bir kahramanınız “Sağcılar dinci, solcular milliyetçiydi” diyor. Biraz önce dediniz ya, aslında herkes milliyetçi diye... Kürtleri mi kastediyorsunuz?


O zamanlar Kürt milliyetçiliği yoktu. Kürt, milliyetçiliğini bir solcu öfkesiyle yaşardı 70’lerde. Yasakları da unutmayalım. Bu konuda alçakgönüllü bir şey söylemiş olan TİP ki, Türkiye sol tarihinde sosyalizmle demokrasiyi birleştirmeye çalışan en önemli partidir, Kürt meselesinden biraz bahsetti diye kapatılmıştır. Asker paşalarımız yaptı bunu, onu da hatırlatalım.


Orada milliyetçilikten kasıt vatanseverlik mi?


Bu romanı bir kahramanımın sözü üzerine Türkiye’deki solcularla, “milliyetçi misiniz, değil misiniz” diye tartışmak için yazmadım. Her türlü laf söyleniyor romanda, cımbızla çıkarıp konuşursak olmaz. Evet, Türk solcularında bir milliyetçilik var, bunu tartışmak isterim, ama 6 yıl sonra Türkiye’ye vereceğim birinci mesaj bu değil. Romandan bahsetsek.





Ben çayları getireyim.


O zaman bozadan bahsedelim.


Kitap bozayı da anlatmıyor. Romanımı okumamış insanlara anlatan bir röportaj yapıyoruz değil mi?


Kahramanınız bozacı, yani boza da romanın parçası.


Bir gelenekten bahsediyorsunuz. Tabii, gelelim o konuya.


Romanda boza karşımıza ilk “içinde alkol var mı-yok mu” tartışmasıyla çıkıyor. Mevlut’un bozacı olmasının bir sebebi var herhalde.


Bir romanı yazmak için duyduğumuz ilk sebepler, son derece içgüdüsel olabilir. Bozacıyı anlattım, çünkü sokaklarda boza diye bağırarak gezen satıcı çocukluğumda içime işlerdi. Boo-zaa sesi bizde bir çağrışıma neden olurdu. Soğuk kış akşamı biz huzurlu, konforlu, rahat evimizdeyken sokakta üşüyen bir adam var. Tarihten gelen yoksul, akşam yemeği sonrası şehrin yalnızlık saatlerinde ulaştığın esrarengiz bir adam... Bir de işin tarihi yanı var. Boza, Osmanlı’da, bugün de Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Afrika’da yer yer içilen bir içecek. Ama temel olarak Müslüman ülkelerde, alkollü olduğu halde görmezlikten gelinen, 4 bardak içersen 1 bardak bira kadar kafa yapan, çok besleyici, evdeki artık ekmeklerle de yapılabilen bir içki. Alkollü olduğu kesin. IV. Murat kafası atınca yalnızca meyhaneleri değil, gece kıyafet değiştirip bozacıları da kapatıyordu.


Yani kendimizi kandırmayalım.


Zaten kitabımın bir konusu da bu: Kendini kandırmak. Şahsi görüşle resmi görüş farkı.


Bunu bir kahramanınız söylüyor...


Mevlut’un evlendiği kız konusunda kendini kandırmasından, herkesin bozada alkol olup olmadığı konusunda kendini kandırmasına kadar. Şahsi görüş-resmi görüş. Mevlut demiyor mu, “Bozada alkol olsa ben satmazdım” diye. Bunun yalan olduğunu bile bile satıyor. Aslında Mevlut’ta çok yüksek bir kendini kandırma yeteneği var. Kendini kandırabildiği için de, sonunda bütün bu büyük çatışmanın içerisinden yara almadan çıkıyor. Yani kitap, resmi görüş ile şahsi görüş arasında çok fark olmazsa ve hatta “resmi görüşü de şahsi görüşleştirebilirsek en iyisi odur” diyor. Bayrak gibi ne kadar kutsalımız varsa içtenlikle seversen, bir şey gelmez başına.


Kurtuluşumuz kendimizi kandırmak mı?


Kitabı kendimizi kandıralım diye yazmadım tabii. Ben artık öyle bir kurtuluş hayali olanların da azaldığını, bunun da iyi bir şey olduğunu söylüyorum. “Yeni Hayat”ın konusudur o. İnsanlar çok mutsuzsa, ülke çok bahtsız vaziyetteyse, o zaman insanlar kurtuluşu düşünmeye başlar ve kurtuluşu da kitaplardan beklerler. O zaman kitabın ilk cümlesi, “Bir gün bir kitap okudum bütün hayatım değişti” olur. Ama 1994’tü o. Son 15 yılda Türkiye gibi zenginleşmiş ve büyümüş bir ülkede, “Amman bizi kim kurtaracak” diye derin bir düşünce olmaz, ben de bunu görmüyorum. “Amman bizi bu iktidardan kim kurtaracak” diye bir düşünce olur ama. Çünkü o iktidarın muhafazakâr, kültürel hayat tarzı vurgusundan hoşlanmayan bir yüzde 30 var.


Ya da onu tehdit gören.


Evet. Ama konumuz bu değil. Bu hükümet gitsin de öteki gelsin değil benim konum. Hiçbir zaman da olmadı. Bunları yazmanı isterim.


Benim derdim de size bunu söyletmek değil, düşündüklerinizi öğrenmek istiyorum. Ayrıca zenginleşenlerin de böyle bir derdi olmadığına katılıyorum.


Ya da kafaları karışık. Kendilerini kandırmaktan da memnunlar. Türkiye’nin sorunlarından da bahsetmek isterim ama önce romanım konuşulsun isterim. Öyle gizli mesajlar yok bu kitapta.


Kitabın başında camide içki içme meselesi var. Ama Gezi’ye gönderme yok anladığım kadarıyla.


O, 200 yıllık hikâyedir. Muhafazakârlar “camilerde içki içiliyor” der, her zaman yapılır.


Duttepe-Kültepe kavgası başladığı dönemde olan bir şey.


Altı yıl uğraşmışım, roman yazmışım, son altı ayda ülkede bir şeyler olmuş, romanda olan her şeyi son altı ayda olan şeylerle örtüştürmek doğru değil. Eskiden böyle değildi gazeteciler. “Benim Adım Kırmızı” çıktığında “Aa, minyatürcüler ne iyiymiş” derlerdi. “Minyatürcüler bu çizgiyi çekerken siz hükümeti mi eleştirdiniz, bu çiziği atarken laikleri mi eleştirdiniz” demezlerdi. Şimdi kavga kızışmış, son altı aylık siyasi sorunlarla altı yıldır uğraşıyormuşum gibi bir durum oluyor.


Mevlut şehrin dönüşümünden rahatsızlık duyuyor ama öteki kahramanlar sanki şehir yıkıldıkça ve yeni şeyler yapıldıkça İstanbul’a daha çok bağlanıyorlar...


Herkes değil, Mevlut’un amcaoğulları.


Yani muhafazakârdindar kesimden gelenler.


Bu romanın kahramanlarından bazıları, evet. Zaten onlar Laz müteahhitlerle ortak. İnşaat yapmayı seviyorlar. Bu ilk inşaatçıların aslında kendi evlerini yaptıklarını anlattım. Önce kendi evini yaparsın, sonra komşunun evi, sonra üç tane daha. Çimento, demir, biriket almayı öğrenirsin; “bir de sana yapayım Kürşadcım” dersin. Sen arkadaşım olduğun için ucuza yaparım; arkadaşım olmayana normal fiyata yaparım. Benim adım olur müteahhit. Sonra daha çok arsa çeviririm, onlarda çalıştıracağım insanları köyden getiririm. Bu insanları siyasi kavgada kullanırım.



Kitapta muhafazakâr-dindar kesimden gelen Sünni kız, Kürt- Alevi gençle evleniyor...


Bunun rakamlarına bakmak lâzım. Epey vardır. Dini kimlikler modern hayatımızda ne kadar belirleyici? Her zaman her yerde belirleyici değil. Toplum, mahalle birisine, Sünni ya da Alevi diyorsa belirleyici. Ama şehirde, mahalle yok oldukça baskısı da yok oluyor. Herkes dini, siyasi, etnik kimliklerin dışında evlilikler yapıyor. Modern Türkiye’nin başarısı, Sünni ile Alevi’nin, Kürt ile Türk’ün, Karadenizli ile Egeli’nin evlenmesiyle oldu.


Tersi olsa başka türlü bir sonumuz olurdu herhalde.


İç savaş olurdu. Şükür ki öyle değil.


İstanbul’un da bir rolü var. Memleketlerinde böyle evlilikler yapamazlar...


Şehirde gizlenebilirsin, eski kimliğini unutursun. Mevlüt için, herkes için şehri cazip yapan budur. Tamam, ekonomik imkân vardır ama bir de dini, etnik, yerel, ailevi kimliğinden sıyrılırsın. Kızların kaçarak evlenmesinin sebebi illa en iyi kocayı bulmak değil, şehre kaçmak, eski hayatını bırakmak. Tarih, din, kültür, ahlâki zorunluluk, gelenek, hepsi doğru ama bizler insanız ve hürüz. Bütün bunları aşan şeyler de yapabiliriz. Türk romanında çok ele alınmış namus, şeref cinayetleri. Benim kahramanlarım namus konusunda diğer Türk romanlarındaki gibi düşünmüyor. Bütün bu namus laflarının başkalarını kolayca öldürebilmek için icat edildiğini düşünebiliyorlar. Adam öldürmek o kadar kolay değil. “Ben feodal köyden geliyorum, adam öldürmek şart” diyen şerefli bir kahraman değil, kafasız bir kahramandır.

Sadece kan davası da değil mesele.


Mevlut, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki porno parça gösteren sinemalara giderken, kendini bütün bunları arkada bıraktığı için de özgür hissediyor. Koltuğunda film seyrederken şehir içinde kaybolan birey oluyor. Şehir kalabalığında kaybolmak, modernleşmenin en cazip yönlerinden. Kimliklerden sıyrılabilmek, her şeyi yapabileceğini düşünmek...


Şehrin verdiği şey, kalabalıkta insanın “kafasındaki tuhaflığı” saklayabilme lüksü herhalde...


Hepimiz kafamızın tuhaf olduğunu zannederiz. Ben de öyle zannederdim. Çocukluğumda düşünürken kafamın içinde biri sürekli konuşuyor gibi gelirdi. Düşünmek bana has zannederdim. Hepimizin hayatında düşünmeyi keşfettiğimiz bir dönem vardır. Kafamızın içi bir şehir gibi kalabalıktır. Bin türlü ses çıkar oradan. Birilerine sinirleniriz, birilerine özeniriz. Şehrin kalabalığında karşılaştığımız şeyler soru sorar bize, tuhaf gelir. Kafamızın tuhaflığını hissetmek, âlemin tuhaflığını hissetmeye dönüşür. Soru şudur: Alemdeki tuhaflığı ben mi yakıştırıyorum ona, yoksa âlem normal de benim kafam mı tuhaf?


"Aşkın çoğu beklemektir"


Aşk, romanın büyük bir parçası...


Çok konuşmak isterim, buyurun.


Bu romanda muhafazakâr aşkı da görüyoruz. “Birbirlerinden çekiniyor, evlenmeden olmaz” diyorlar. Ama sonra o haz duygusuyla zincirler kırılıyor...


Bu kitapta aşka, ilişkilere dair mizah ve ironiyle çok şey söylediğimi zannediyorum. Muhafazakâr-İslami hayat yaşayan ülkelerdeki aşk konusunda temel bir çelişkiyle çok ciddi meşgulüm. Kadınla erkeğin yan yana geldiği mekânların az olduğu, toplumun evlilik dışında kadınla erkeği birlikte görmek istemediği bir âlemde aşk hikâyesi ne şekil alır? Kadınların erken evlendirildiği ve erkeklerle temasının son derece sınırlı olduğu bir yerde aşk nasıl gelişir? Hayalgücüyle. Birbirlerini görmezler, bir düğünde şöyle bir uzaktan bakışırlar ve sonra kendilerini gaza getirirler. Hepimizin bildiği kendini âşık etme, Freud’un da çok iyi incelediği “birisine yoğunlaşma” durumu. Ama Avrupa’da da tanıyarak yoğunlaşma yüz yıl evvel çok fazla yoktu.


Mektupla sürüyordu...


Evet. “Tanımadığın kıza nasıl aşık olacaksın abi,” “Geçenlerde bir arkadaşımız tanıdığı kıza aşık olmuş” diye uzun uzun konuşuyor kahramanlarım. Neden bunlar siyasetten daha ilginç gelmiyor size de bana milliyetçi-solcu diye soruyorsunuz?


Evet bunlar da ilginç; aşk, ilişkiler...


Daha ilginç konular geliyor bana.


Siz de kahramanlarınızda Hacı Hamit Vural gibi mi düşünüyorsunuz? “Çoğu çift aslında evlenmeden önce biraz tanısalardı asla âşık olmazlardı.”


Sormak lâzım, Türkiye’de acaba kaç kadın kocasını evlendikten sonra tanıdı? Ve “tanısaydım bu adamla evlenmezdim” diyor? Kocasını yeterince tanımadan evlenip sonra da “tanısaydım bu adamla evlenmezdim” diyen milyonlar olduğuna ben eminim.


Bir cümle daha: “Mevlüt, cinselliğin ancak beklemekle gerçekleşecek bir mucize olduğunu 15 yaşında anladı.”


Hepimiz aynı yaşlarda anlamışızdır. Beklemekle olan bir şey o. Mektup yazarsın beklersin, sokaktan bir kız geçer, bir hafta sonra geçerse diye bir daha beklersin. Aşkın çoğu beklemektir.





Bir yandan da Samiha “Tanıdıkça erkekleri sevmek daha da zorlaşıyor” diyor.


Ben daha çok Melahat’in şu lafını seviyorum: “Türk erkekleriyle yaşadıklarımı anlatsam, Türklüğe hakaretten dava açarlar.” Kimse bahsetmiyor böyle şeylerden.


Romandaki aşk ilişkilerinde bir tür kadercilik de var bence.


Aşkta niyet mi önemlidir, kısmet mi, lafına geliyoruz işte.


Peki niyet mi, kısmet mi?


Gençliğinde insan her şeyi kontrol etmek istediği için niyet önemlidir, “ben ne istersem yaparım” der. Yaşlanınca hafif hafif, benim gibi, rastlantıların, tesadüflerin, kısmet dediğimiz şeyin de hayatta bir rolü olduğunu görüyoruz.


Romanda köylü muhafazakâr kız, İzmirli gence kaçıyor...


Ama bütün üniversite hayatımda bunu gördüm ben. Mimarlıkta okuyorum, bilmem nereden gelmiş kız, hepimiz dudak büküyoruz. Ulan bu zevkli bir şey değil mi? Rizeli kız, Rizeli erkekle mi olacak illa? En sonunda iş şuna geliyor: Ben köyden kız isterim, ben istemem.


Mevlut, “Sevişmenin çok edepsiz ve utanmaz bir şey olduğu gibi, çok dini ve ruhsal bir yanı olabileceğini de karısına su verirken” anlıyor...


Mevlut cinsellikten o kadar mutlu oluyor ki, bunun yüksek bir yerden, Allah’tan geldiğini düşünüyor. Kafasındaki en büyük değerle ilişkilendiriyor. Türk edebiyatında ne yazık ki din ile cinsellik sanki birbirlerine zıt gibi gösteriliyor. Bizde din ve cinsellik bir yasak ilişkisidir. Ne yapabilirsin, ne yapamazsın? Halbuki herkes sınır çizmeden kendi cinselliğini diniyle birlikte yaşayabilir. Bunu Batı’da yapan çok, Doğu’da da. Çin’e git, her türlüsü var. Bizde popüler dinle cinsellik merakının kesiştiği yer ne yazık ki “neleri yapabilirsem rahat uyurum, neleri yapmam yasak”la sınırlı. Diyanet’e sorulur ya da el kitaplarına bakılır. Ama konu çok daha zengin bir konudur.


Oruçluyken sevişmek de tartışılıyor kitabınızda...


Benim kahramanlarım hem kutsal olana inanan insanlar hem de insanlar. İstek duyarlar. En sonunda şu soruyu soruyorlar: Bayram gelmeden hemen olsun diye evlendiriyorlar bizi, ama ramazanda sevişmek yasak. Hele yazınsa ki bu evlilikler yazın yapılıyor, oruç da tutulacak. Güneşin batmasıyla yeniden oruca başlamak için arada beş saat var. Bu sürede hem yiyeceksin hem sevişeceksin...


Köpekler ve batılılaşma


Mevlut kitapta hep köpekler tarafından kovalanıyor. Efendi Hazretleri, “Köpek bizden olmayanı sezer, anlar. Onlarda bu haslet Allah vergisi. Bu yüzden Avrupalıları taklit etmek isteyenler köpeklerden korkar” diyor.


İstanbul sokaklarında gece yürüyen herkes, başta bozacı ya da bekçi, köpek çetesi diye bir şey olduğunu bilir. Bu şehrin çöpünü eskiden köpek çeteleri toplardı. Ve şehir de köpeklerine çok saygılıydı. Ama ne zaman Batılılaşma hareketi oldu, mezarlıklar Batılılaşmış bir şekilde duvarlar arkasına alındı, köpek çeteleri kovalandı. Yeniçeriyi kaldıran II. Mahmut’tan itibaren İstanbul’da köpek mezalimi yapma eğilimi başladı. İster padişah olsun ister asker, başta kim varsa köpekleri öldürüyor. Ama her seferinde İstanbul halkı, köpek işinin Batılılaşma, modernleşme siyasi fantezilerine alet edilmemesini isteyenler, dilekçelerini vermiş, köpeklerini geri istemişler. Batılılaşma çabasının hep yukardan geldiğinin güzel simgeleridir köpekler.


Röportaj: Kürşad Oğuz

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.