Güzel ve akıllı olan ama daha da önemlisi güzel ve aklı başında konuşan bir kadın Dolunay Soysert. İmkânsız bir aşkın anlatıldığı yeni dizisi öncesi buluştuk onunla ve aşktan Türk sinemasına uzun uzun konuştuk. İşte anlattıkları...


Görüşmeyeli 2 yıl olmuş. Ancak araya hiç zaman girmemiş gibi sıcacık gülümseyerek sarılıyoruz. Hani sürekli pozitif enerji yayan konuştukça arkadaşlığından keyif aldıklarınız vardır ya Dolunay Soysert öyle biri... Duyarlı, söyleyecek sözü olan, eleştiren ama umutlu bir kadın. Yoğun bir set programı var her halinden belli ancak mutlu. Vücut diline ve bakışlarına da yansıyor bu. Heyecanı kendi için değil senaryo yazarlığına adım atan kocası Sinan Tuzcu için. Çünkü başrolünü oynadığı “Urfalıyam Ezelden” dizisinin senaryosunu Tuzcu yazıyor.


Yazı Adana ve Urfa’da çalışarak geçirdin ama çok iyi görünüyorsun.

Doğduğum yerleri yeniden keşif gibi oldu benim için. Çok küçük yaşta Ankara’ya taşındık. Ama Adanalılığı sonuna kadar hissederim. O ruh vardır içimde.


Hiç Adanalı tipi yok sende.

Farklı bir yerden herhalde değişik bir gen gelmiş.


Güneydoğu hikâyesi çekiyorsunuz. Adana’da ve Urfa’da çekim yapmanın ve tabii aşırı sıcakların role girmenizde faydası oldu mu?

Sıcak şartları zorlaştırdı ama bir o kadar da role girmemizi kolaylaştırdı. Kokladığınız hava, bastığınız yer rolü çok etkileyen şeyler.


Peki kebapların etkisi?

Durmadık tabii ki. Bir de oldukça boğazına düşkün ve iştahlı bir ekibiz. Nerede ne var, kısa sürede keşfedildi. Şaşırtıcı ama Adana’da balık da çok iyi.


Kilo almamışsın ama...

Hayır, baharat ve sıcak aldırtmıyor.


Vejetaryene benziyorsun aslında. Ama serde Adanalılık olunca demek ki çok mümkün değil.

Vejetaryen bir dönemim oldu. Ama bir şekilde genlere işleniyor bence. O lezzetleri ben hiç yadırgamadım.


“Adana” deyince kebaba gidiyor konu ama biz rolüne dönelim.

Selva, Adanalı bir ağanın kızı. Urfalı bir gence vuruluyor. Aşklarını yaşayabileceklerini zannediyorlar. Her şey çok güllük gülistanlık onlar için. Ama toprak ağası babanın müzisyen bir aileye verecek kızı yok. Adamın lakabı da “Deli” zaten. Sonra da beklenilen şey oluyor tabii. Aşkı uğruna kaçan bir kadının hızla mutluluğa ulaşıp aynı hızla mutsuzluğa sürüklenmesi...


Dolunay, Selva’nın yaptığını yapar mıydı?

Her zaman. Aşk için kaçılır bence.


Kadınlar her konuda olduğu gibi aşk konusunda da daha cesur sanırım.

Bu dönemde aşk mevzubahis olduğunda herkesin cesaretlendiğini düşünüyorum. O kadar zor bulunan bir şey ki... Bu kirlilik, boğulmuş olduğumuz sanal âlem ve her şeyin sahteliği içerisinde tertemiz bir aşk için kadını da erkeği de delirmiş vaziyette koşuyor. En azından benim çevremde tahlil ettiğim şey bu; aşk için herkes şartlarını değiştirmeyi kabul ediyor. Çünkü aşk kolay bulunmuyor.


En büyük lüks oldu aşk...

Aşk lüks oldu evet. Çok acı bir şeyden bahsediyoruz ama öyle oldu.


O zaman malum soruyu röportajın başında sorayım da herkes rahatlasın. Siz büyük bir lüks yaşıyorsunuz, aşkı buldunuz... Peki ya meyvesi, çocuk?

Bilmem... Ben böyle şeyleri zamanın akışına bırakıyorum. Şimdiye kadar olmamasında makul bir sebep vardır. Yani çok da arzu etmemiştik açıkçası şu döneme kadar. Eğer şimdiden sonra olursa başımızın üstünde yeri var. Olmazsa da olmaz, herkes çocuk sahibi olmak mecburiyetinde değil. Bakmamız ve ilgilenmemiz gereken bir dolu çocuk olduğunu düşünüyorum. Kendimce görebildiklerimi ve yakalayabildiklerimi desteklemeye çalışıyorum. Bir dönem TEGEV’de çalıştım, bu sene çocuklar üzerine mutlaka yeni bir şeyler yapma arzusundayım. O kadar çok eğitimi eksik, yemeği, üstü başı olmayan çocuk var ki onlara karşı sorumlu hissediyorum kendimi. Bu çocuklar büyüdüklerinde yetişkin bireyler olarak toplumumuzu oluşturacak. Dolayısıyla hepsi üzerinde sorumluluğum olduğunu düşünüyorum.


‘Rol Arkadaşımın Hastasıyım’


Çok iyi bir halasın onu biliyorum.

Evet bir canavarım var. Şimdi bir de sette Burak’ım var. Çocuklar çok tuhaf... Büyümüşler de sonra tekrar buraya yollanmışlar gibi. Erdemli ruhlarla geliyorlar zaten. Şimdi Burak’la da çok iyi anlaşıyorum, çok akıllı bir çocuk. Rol arkadaşım, partnerim ve en yakın arkadaşım şu anda. Bütün dertlerimi ve sırlarımı biliyor. Rol arkadaşımın hastasıyım.


Bir de “Bileziğim” dediğin kedin var, onu unutmayalım küser.

Onlar şu aralar biraz ilgiden mahrum kaldı. Çünkü set şartları çok ağırdı ve 5 hafta eve hiç gidemedim, o dönem Sinan ilgilenmek zorunda kaldı. Hafif küsler bana ama toparlarız herhalde.


Sinan Bey’le bu projede birliktesiniz ama o kamera arkasında senaryo yazıyor. Daha önceki röportajımızda onun gizli kalmış muhteşem bir yazar olduğunu söylemiştin. Sinan Bey’in eteğindeki taşlar yavaş yavaş dökülüyor sanırım.

Bir tek ben okumayacağım artık, birilerine ulaşacağı için çok mutluyum. Güzel şeyler yazdığını düşünüyorum. İyi yazarların zor yetiştiği bir ülkedeyiz ve yazıyorsan insanlara ulaşmalı. En iyi bildiği işti. İlk oradan girdi. Yazacağı ilk kitabı da heyecanla bekliyorum.


Var mı kitap, roman?

Uzun süredir üzerinde çalıştığı bir projesi var zaten. Biraz nefes alırsa yazacak ama senaryo ağır iş.


Yardım ediyor musunuz?

Bir senaryo ekibi var. Aynı evde yaşayan biri olarak gözlemledim, senaryo yazmak oyunculuktan çok daha ağırmış. Yaratma kısmı çok sancılı. Bize yaratılmış bir şey geliyor, biz oynuyoruz. Ve oyunculuğu sette bırakabiliyoruz. Senaryo ise sizi sürekli ayakta tutuyor, o yüzden hayatın içerisinde sürekli işleyen bir sistem oluşturmanız gerektiriyor. Sinan’a “Oyuncuyken daha çok konuşabiliyorduk seninle, şimdi senaryoyla yatıp senaryoyla kalkıyorsun” diyorum ama çok da mutluyum yazdığı için.


Aranıza senaryo mu girdi?

Yok, girmedi. Hiç şikâyetim yok, en çok desteklediğim konuydu. Ve sürecin böyle geçeceğini biliyordum, sadece bu kadar zor olabileceğini düşünmemiştim.




‘Türkiye’de Konuşulması Gereken 5 Problem...’


Geçen röportajımızda “Dünya sanatçısı militan duruşludur” demiştin. Şimdi içinden bir militan çıksa ne derdi?

“Özgür düşünce” derim. Şu anki militanım sadece bunu söyler ve her daim bunu söylemeye devam edecek. İlle de özgürlük. Özgür düşünce, özgür söylem, özgür eğitim hakkı, eşitlik... Eğer özgür olursak barışa daha çabuk ulaşacağız, çatışmalarımız bitecek, birbirimizi daha iyi kabul edeceğiz, daha fazla yaratacağız, sanata daha yaklaşacağız.


Sosyal medyada insanlar artık sanatçıların tavrını ortaya koymasını istiyor. Sanatçının böyle bir görevi olmalı mı?

“Böyle bir görevim var” diye hareket ettiğiniz zaman zaten sahtekâr bir duruş oluyor. Onu çok sevmiyorum. Benim kitlelere hitap etme imkânım var, çünkü göz önündeyim. Diğer insanlardan farkım bu. Ama bu imkânım var diye de fazla bağıran, konuşan, her ortamda bayrak sallayan biri olmaktan hoşlanmıyorum. Bunun yaptığım işe zarar vereceğini düşünüyorum çünkü. Ben ne hissediyorsam zaten yeri ve zamanı geldiğinde -gerekirse kendi ortamımı yaratarak, bu bazen tiyatro oluyor sinema filmi oluyor- söylemekten keyif alıyorum. Ama şundan çok rahatsızım açıkçası: Sanal âlemde bilmem neye karşı neden duyarlı değilsiniz, siz de iki satır bir şey yazın. Duyarlılık bana dair bir şey. O anda duyuyorum ya da duymuyorum. Bunu ispatlamak ya da anons etmek zorunda değilim. Susmak duyarsızlık demek değildir. Her alanda her şeyin sözcüsü olamazsınız. Bu sizin inandırıcılığınızı yok eder. Böyle biri olmayacağım. O yüzden de açıkçası Twitter’da neredeyse nötr noktasında biriyim.


Türkiye’de konuşulması gereken en büyük 5 problem nedir?

Önce özgürlük. Eğitim, eşitlik. Daha var ama tehlikeli sulara girmemek için üçte kalalım.


Umut görüyor musunuz?

Her zaman görüyorum.


Neye umutlanmalıyız?

Umutsuz yaşayamayız zaten. Ben pırıl pırıl çocuklar ve pırıl pırıl bir Türkiye görüyorum. Buna inanıyorum.


Çocuklar bunların hesabını soracak bizden...

Kimsenin burnundan fitil fitil gelmesin. Hepimiz aynı sistemin içerisindeyiz. Bu bir sen-ben davasına döndü ya, o çok acıklı bir şey. Hayır “sen-ben” yok, “biz” varız. Hepimiz bu toplumun çocuklarıyız. Ne etnik ayrım, ne dil ayrımı bunların hiçbirini kabul etmiyorum. Ben biz olarak geleceğe umutlu bakmak istiyorum. O yüzden de müzisyenlerin hikâyesini anlatıyoruz.


Dizide değil mi?

Seyircinin dizide ilk karşılaşacağı berdel hikâyesi tanıdık gelebilir. O tanıdık hikâyede, ‘insanlar mücadelelerini müzikle yaparlarsa ne olur’un hikâyesini anlattık. Ben hep sanatın ve müziğin tamir edemeyeceği şey yok derim.


‘Türk Filmleri Bir Ekol Olurdu Ama’


Türk sineması 100 yaşında. 1 yüzyılda neler ıskalandı?

Kültür politikasında bütçesel olarak bir zayıflık var. Yani devlet destekli şeylerin vakti zamanında daha çok yapılmış olması gerekiyordu. Kültüre, sinemaya ayrılan bütçe çok daha fazla olmalı. Nedense yol, köprü, ağaç talanı gibi şeyler için ayrılan bütçeler göze batmazken kültür hizmetleriyle ilgili bütçe sürekli konuşuluyor. Çok affedersiniz ama yaptığınız yerlerle, binalarla ilgili bütçeleri neden duymuyoruz? Yapın her yere sinema salonları ama filmden anlamayacak bir toplum yetiştirdikten sonra neye yarayacak ki? 100 yıllık Türk sineması hep bu çukura düşmüş.


Bütçe en büyük sıkıntı mı?

Çok yaratıcı insanlarımız var. Bu toprakların her köşesinden hikâyeler fışkırıyor. Ama para yok. Oyuncu arkadaşlarla sohbet ettiğimiz zaman öyle fikirler çıkıyor ki, ikisini uygulasanız, yeter...


Bu destek sağlansaydı, bir ekol yaratabilir miydik?

Çok zeki ve yaratıcı insanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz ve elbette bu adamlardan çıkacak hikâyelerden bir ekol oluşacaktı. Nasıl olurdu, onu bilemem. Filmlerimizde baharat kokusunu algılıyorsunuz mesela. Bir filmin Türk filmi olduğunu anlarsınız, tıpkı Fransız filmini anladığınız gibi.


Röportaj: Aysun Öz

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.