Dünyayla aynı anda Türkiye'de de gösterime giren "Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı" (I, Frankenstein), genç sinemaseverlere hitap eden yüksek bütçeli, fantastik bir aksiyon. Resimli roman tadında beyazperdeye aktarılan öykü gotik atmosferiyle dikkat çekiyor.


İngiliz yazar Mary Shelley, “Frankenstein”i 1818’de yazdı. “Frankenstein” kendi elleriyle hayat verdiği yaratıktan korkan ve onu canavarlaştıran bir bilim adamının öyküsüdür. İlk bilimkurgu örneklerinden sayılır. Sanayi toplumunun kaygılarını yansıtır, bilimsel ahlakı sorgular. “Frankenstein’in yaratığı”nın işçi sınıfını simgelediği de söylenir. İşçi sınıfının da aynı dönemde ortaya çıkmış olması bu yorumu güçlendirir.


Ne var ki, “Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı”nı seyrederken bunları unutmak daha doğru. Romanın o ağır ve donuk canavarı; son derece atletik, güçlü reflekslere sahip, ağzı laf yapan, maharetli bir aksiyon adamı olarak geliyor huzurlarımıza. Shelley’den aldığı “romantik” şeyler de var şüphesiz. Toplum içinde ötekileştirilmeye tepki olarak alıp başını uzaklara gitmeyi tercih ediyor... Ama 1793’te açılan öykü kısa bir sürede Shelley’nin Frankenstein’inden ve romantik fikirlerden kopup çağdaş aksiyon sinemasının popüler damarlarından birine demir atıyor. “Blade”, “NightWatch”, “Underworld” gibi seri filmleri hatırlatan, ölümsüz varlıkların savaş verdiği fantastik, karanlık bir dünyadayız.


Bir yanda dünyayı ele geçirmeye çalışan iblisler, diğer yanda ise onlara engel olmak üzere görevlendirilmiş kanatlı melekler var. “Matrix”in takım elbiseli ajanlarını hatırlatan iblislerin lideri Naberius (Bill Nighy) “Yüzüklerin Efendisi”ndeki Sauron gibi, gizli fabrikasında bir ordu “üretmek” için Frankenstein’in “canavarı”nın (Aaron Eckhart) peşine düşüyor. Meleklerin lideri Leonore de (Miranda Otto) bu plana engel olmaya çalışıyor. Filmin ana sorusu ise Leonore’nin Adam ismini verdiği “canavar” ın bir ruhu olup olmaması? Bildik Frankenstein’dan çok daha yakışıklı olan Adam’ın sarışın bilim kadınına (Yvonne Strahovski) duyduğu ilgi ise sinema tarihinde bütün canavarların başına gelen bir durum: Sevgi her şeye kadir meselesi... Ama öykü filmin hiçbir noktasında bu aşk hikâyesi dahil enteresan ve parlak bir hale gelemiyor. Oyalayıcı ve keyif verici olan tek şey görsellik...





“Karayip Korsanları” serisinin sürekli yazarlarından Avustralyalı Stuart Beattie, yönetmen olarak imza attığı bu ikinci filminde, Kevin Grevioux’nun resimli romanından yola çıkarak öncelikle gotik bir resimli roman atmosferi yaratıyor. Gün ışığını, gündüz sahnelerini pek kullanmayan Beattie, dekor olarak karanlık, eski bir Orta Avrupa şehrinin gotik mimarisini tercih ediyor. Kamerasını sürekli olarak çatıların ve şehrin üstünden uçuran Beattie, yoğun bir özel efekt desteğiyle resimsel yanı ağır basan bir iş koyuyor ortaya. Hızlı aksiyon kurgusunu, fonda hiç susmayan senfonik bir hard rock ile destekliyor. Bu arada, IMAX ve 3D’yi de etkin ve göze hoş gelen bir şekilde kullanıyor. Belki derinlikli bir öyküden söz etmek mümkün değil ama fantastik varlıkların savaşını anlatan ve grafik açıdan özenli bir görsellik vadeden filmleri sevenlere hitap edeceği kesin...


Yazı: Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.