Özgür bir insanken köleleştirilen Solomon Northup’un gerçek öyküsünü anlatan “12 Yıllık Esaret” (12 Years A Slave) Oscar’ın en güçlü adayı. Yönetmen Steve McQueen gerçekçi, sert yaklaşımıyla seyri zor ve duygusal açıdan yıpratıcı bir filme imza atıyor.


İngiliz yönetmen Steve McQueen ilk iki filmi “Açlık” (2008) ve “Utanç”ta (2011), popüler sinema estetiğine mesafeli tavrıyla dikkat çekti. “12 Yıllık Esaret”te ise alternatif arayışları bir yana bırakıp öncelikle hikâyeye odaklanıyor. Eşi ve iki çocuğuyla birlikte yaşayan New York'lu müzisyen Northup (Chiwetel Ejiofor), 1841 yılında bir gece içkisine ilaç karıştırılarak uyutuluyor ve köle tacirlerine satılıyor. ABD’nin güney çiftliklerinde geçen yıllarında Northup, umudunu kaybetmeden ayakta kalmaya çalışıyor. Ama yönetmen McQueen, hayatta kalma mücadelesinden ziyade köle sahibi beyazların sapkın zihinlerine odaklanıyor. Bir insana sahip olma hakkının akli dengeleri nasıl bozduğunu gösteriyor. Kölelerine iyi davranmakla övünenler, vicdan azabı duyduğunu itiraf edenler dahi bu sapkınlığın parçası olduklarının farkında değiller.


Seyirciyi filmin içine çekiyor

Filmde köleliğe karşı çıkan, aklı başında beyazlar var ama Güneylilerin çoğu, Afrika kökenlileri insan olarak dahi kabul etmeye yanaşmayan zihniyete teslim olmuş durumda. “12 Yıllık Esaret” de zaten asıl olarak, Brad Pitt’in oynadığı “Lincoln sakallı”, Kanadalı Bass karakterinin söylediği gibi “bir ulusu yeyip bitiren” bu zihniyetin dehşetini karşımıza getiriyor. Böyle bir filmde sistematik olarak uygulanan kırbaçlı işkencelere yer verilmemesi elbette düşünülemez. McQueen de işkenceleri istismar sinemasının tuzaklarına düşmeden, etkileyici bir makyaj çalışması desteğiyle yansıtıyor. Dolayısıyla, McQueen’e bu sahneler nedeniyle getirilen eleştirilere katılmam mümkün değil.


Zaten bence filmdeki en dayanılmaz şey işkence sahnelerinden ziyade, beyazların kölelere olan davranış biçimleri. Edwin Epps (Michael Fassbender) ve eşinin (Sarah Paulson) zaaf ve komplekslerinin kurbanı olan genç köle Patsey (Lupita Nyong’o), filmin en unutulmaz kişiliği. Oynadığı bebeklerle yitirilmiş çocukluğunu arayan Patsi’yi “ideal ve itaatkâr bir köle” olmak dahi kurtaramıyor.


McQuenn, 134 dakikalık filmde seyirciyi rahatlatacak, ferahlatacak anlardan özellikle uzak duruyor. Bunun yerine, sahneleri, sekansları genellikle insansız, doğa görüntüleriyle birbirinden ayırıyor. Film boyunca doğanın canlı, sıcak renklerini soluklaştırırken, güneş ışığını çoğunlukla soğuk bir beyaza dönüştürüyor. Bu renk paleti, arka plandaki doğanın güzelliğini ve canlılığını unutmamızı sağlıyor. Kamerası önceki filmlerine oranla daha hareketli ve olayların içinde. Böylelikle seyirciyi duygusal olarak filmin içine çekiyor. Ama müziği ve kurguyu pek de Hollywood tarzında kullanmıyor. Durgun çerçeveler ve sakin bir tempoyla çektiği finalde ise seyircinin beklediği duygusal arınma yerine hüznü ve acıyı vurguluyor. McQueen’in başta Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender ve Lupita Nyong’o olmak üzere tüm oyuncularından yüksek bir verim aldığını söylememiz gerekiyor. Paul Giamatti dahi kısacık sahnesinde müthiş bir kötü adam olabiliyor.





“12 Yıllık Esaret” gayet iyi bir film ama duygusal açıdan yıpratıcı olduğu kesin. Spielberg’in kölelik filmi “The Color of Purple” yanında pembe dizi gibi kalıyor...


Yazı: Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.