Sinemanın romandan alıp götürdüğü okurun hayal gücü ve yazarın satırlarıyla baş başa geçirdiği süredir. Tiyatrodan çalıp götürdüğü şey ise, seyirci ile oyuncunun aynı zaman ve mekânı paylaşmasından doğan karşılıklı etkileşim sürecidir. Bazı oyunlar o etkileşim kaybolduğunda büyülerini de kaybederler. Polonyalı yazar Andrzej Saramonowicz’in Türkiye’de 5 yıl boyunca sahnelenen “Testosteron” adlı oyununun sinema uyarlamasını seyrederken bu büyünün kaybolduğunu düşünüyorsunuz. Ama iki sanat arasındaki “doku uyuşmazlıkları”na girmeden önce konsept ve öyküden söz edelim.


Konsept, erkeklik hallerini kadınsız bir ortamda yakalamayı amaçlamak. Yönetmen İlksen Başarır ile Mert Fırat ve Kemal Aydoğan tarafından Türkiye’ye ve beyazperdeye uyarlanan oyunun öyküsü ise, olaylı bir nikâhın ardından düğün yemeğinin verileceği mekânda bir araya gelen 7 farklı erkeğin tek gecede yaşadıkları üzerine kurulu. Bir dayak sahnesiyle açılan “erkek meclisi”nin oturumu, nikâhta olup bitenlerin muhasebesinin ardından sürpriz tesadüflerin tetiklediği yeni krizler ve çatışmalarla sürüyor.


‘Atalarımızın kurbanıyız’ savunması

Açıkçası, “Erkek Tarafı”nın yeni bir mesele ortaya koyduğu söylenemez. Kaldı ki, erkeklik halleri eleştirisi, katıksız bir erkek bakış açısıyla, yer yer bilimsel dokundurmalarla yapılıyor. Erkeğin erkeği eleştirdiği ya da ayar verdiği bir dünyadayız. Hatta ekipteki biyologun goril ve şempanzelerle yaptığı kıyaslamaların, paylaştığı bilimsel verilerin erkeklerin zaaflarını rasyonelleştirdiği ve şirinleştirdiği dahi söylenebilir. Bir çeşit “atalarımızın kurbanıyız” savunması bu... Her şey bir yana, “Erkek Tarafı”, erkeklik hallerinin eleştirisi konusunda, incelikten uzak, grotesk, hatta biraz didaktik duruyor.


Belki de sadece sahnede kalması gereken bir oyundu bu. Karakterlerin içgüdüleri ve üst benlikleri (süper ego) arasında gidip geldikleri; şiddetin sivilleşmeyi, sahteliğin samimiyeti, öfke krizlerinin kahkaha nöbetlerini izlediği, ittifakların sürekli değiştiği 7 başrollü, performans ağırlıklı bir oyundan söz ediyoruz. Sinema, seyircinin oyuncuyla birlikte nefes alıp verdiği, her şeye anında tepki gösterdiği bir yer değil. Seyirci – oyuncu etkileşiminin yerini kamera, kayıt, montaj alınca sahnede çok iyi sonuç veren bir oyun, sinemada yorucu ve kaba olabiliyor. Mert Fırat, Emre Karayel, Timur Acar, Onur Ünsal, Metin Coşkun, Tuna Kırlı ve Cihan Ercan’ın donanımlarına, karakterlerine getirdikleri yorumlara sözüm yok. Ama yakın planların sıklıkla kullanıldığı bir filmde neden bu kadar tiyatro tonları ve vurgulamalarıyla, “büyük büyük” oynadıklarını anlamak mümkün değil. En son seyrettiğim başarılı tiyatro uyarlamalarından biri olan “Acımasız Tanrı”da (Carnage) Roman Polanski, tiyatronun içindeki sinemayı yakalıyordu. “Başka Dilde Aşk” ve “Atlıkarınca” gibi sıra dışı işlerinden tanıdığımız İlksen Başarır ise “Erkek Tarafı”nda bence tiyatroyu düz bir biçimde filmleştirmenin ötesine geçemiyor. Geriye de metnin bazı hoşlukları, eğlenceli, komik anlar ve oyuncuların performansları kalıyor.


Yazı: Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.