Kahramanımız özel dedektif Remzi Ünal bu kez okuru, İstanbul’un sert, şiddete meyyal ve tekinsiz bölgelerinde dolaştırıyor...


Bizde polisiye edebiyatın ilk akla gelen ismi Celil Oker’in yeni romanının kahramanı yine özel detektif Remzi Ünal. Lüks semtlerde değil, İstanbul’un arka sokaklarında, küçük berber dükkânlarında, çayı güzel ama atmosferi berbat kıraathanelerinde dolaşıyor; adını zikretmekten bile utandığı ucuz otellerde yaşıyor Ünal. Bir yandan da İstanbul’la boğuşuyor... Celil Oker’le röportajımıza romanının adını da hesaba katarak İstanbul’la başladım.


  • Nasıl bir İstanbul Remzi Ünal’ınki?

Sizin İstanbul’unuzun aynısı. Bakın, yıllardır birçok yabancı yazar furya halinde İstanbul’u yazıyor, burayı oryantalist bir bakış açısıyla, gerçekle alakasız egzotik bir şehir olarak anlatıyor. 1960’larda filme çekilen From Russia with Love’da bile, James Bond Ayasofya, Sultanahmet ve Yerebatan Sarnıcı’nda dolaşıyordu.


  • Polisiye değil gerçi ama Dan Brown’ın Cehennem’inde de mekânlar aynı...

Elbette aynı olacak, yabancı yazarların bildiği bu kadar çünkü. Halbuki İstanbulluların hayatı hep Mısır Çarşısı’nda, Sultanahmet Meydanı’nda geçmiyor. Arada bir gidiyoruz oralara, o kadar. Normalde işe giderken alışveriş merkezlerinin önünden geçip trafik sıkışıklığıyla boğuşuyoruz, çay bahçelerinde soluklanıyoruz. Ben romanlarıma oryantalizm bulaşmasın istiyorum ve okura İstanbul’un zaten iyi bildiği gerçek yüzünü gösteriyorum.


  • Kitaplar boyunca üzerine bir sürü dert, sıkıntı yüklediğiniz Remzi Ünal nasıl bir adamdır?

Uzun boylu olduğunu çıkarabilirsiniz belki ama yaşını, yüzünün neye benzediğini benden duyamazsınız. Okurun zihninde kendi Remzi Ünal’ını yaratmasını istiyorum çünkü. Remzi’nin temel dertleri belli: Korsan bir iş yaptığını düşünürsek polisten uzak durmaya gayret ediyor. Ondan istenenlerin hemen her zaman başkalarının el sürmek istemediği pis işler olduğunun farkında. Bildiği bir şey daha var: Suçluyu yakaladığında her şey yolunda gitse bile bir süre sonra af çıkacak, adam serbest kalacak. Dolayısıyla temel dürtüsü “Kötülerin amansız düşmanıyım, adaleti ben sağlayacağım” gibi bir şey değil. Hayatını kazanmak için bu işi seçmiş, hepsi o.


  • Peki sizin bu hikâyeleri yazmaktaki temel dürtünüz ne?

Gençliğimde çılgınlar gibi yabancı polisiye okumuştum. Onlara bir çeşit teşekkür belki. Bir de şu var: Okuduğum sayısız yabancı polisiye beni dünyanın farklı ülkelerinde dolaştırdı. Şimdi yabancı okurlar da benim romanlarım aracılığıyla İstanbul’u keşfediyorlar ve bu acayip hoşuma gidiyor. En önemlisiyse, dünya halleri, insanlık halleri, ülke halleri konusunda ahkâm kesecek yeterlilikte bulmuyorum kendimi, bir sürü şeyi ben çözemedim ki... O yüzden polisiyeye ihanet etmiyor, “normal” romanlar yazmaktan kaçınıyorum.


Yazarla okurun mecburi sözleşmesi

  • Olmazsa olmazları var mıdır polisiye romanın?

Ben yazmaya öyküyle başladım, polisiyeyle alakası yoktu o ilk yazdığım öykülerin. Geçen yıl da böyle bir öykü kitabı çıkardım, eski günlere bir selam olarak: Beyaz Eldiven, Sarı Zarf... Öykü, kurallarla en rahat oynayabildiğiniz tür. İçiniz rahat bir şekilde yoldan çıkabilirsiniz. Beyaz Eldiven’de yaptım bunu mesela. Roman yazarken de oyun oynayabilirsiniz ama okura verdiğiniz temel vaatlere uymak zorundasınız.


  • Nedir o temel vaatler?

Bir cinayet işlenecek ve katil yaptığı işi gizleyecek. Amatör veya profesyonel bir soruşturmacı bu işi takip ederken okuru kandırıp delilleri gizlemeyecek. Bu esnada da arka planda olayların geçtiği zamanın ve toplumun bir panoraması çizilecek... Okurla aramdaki gizli sözleşmenin maddeleri bunlardan ibaret. Edebi anlamda hangi oyunları oynarsam oynayayım, romanlarımda bu kurallara hep sadık kaldım.

Gençlerin icatları şahane bence

“Üniversitedeyken Bebek Kahve’yi icat edenlerdenim. Mahalle kahvesiydi eskiden, caminin karşısında olmasından dolayı farklı bir ağırlığı vardı. Esnaf ne diyecek diye tedirgin olurduk giderken. Felsefe hocamız Hilmi Yavuz dersleri orada yapmaya başladı, böylece ayağımız alıştı. Karımla tanıştığımız, ilk romanlarımı yazdığım yerdir ayrıca. Artık gitmiyorum. Remzi Ünal da gitmez. Fakat Beşiktaş, Ortaköy gibi ruhunu koruyabilmiş birçok semt var. Hem bugünün gençleri de kendi mekânlarını yaratıyorlar, direnmek anlamsız. Şahsen bu değişimi, hayatın içindeki yeni icatları şahane buluyorum.” “Gezi’den sonra İstanbul’un değişimi iyice belirgin hale geldi. O gençlere kim ne diyebilir? Gezi’yi bir süre için kendilerinin kıldılar, oraya bir ahlak getirip onu ısrarla korudular ve şiddete makul bir şekilde karşı koydular. En önemlisi farklı kesimlerden insanlarla yan yana durabildiler. Bence çoktan kazandılar! Bu deneyimin hayatımızı nasıl değiştireceğini henüz bilmiyoruz ama edebiyata, pop kültüre yansımaları muhteşem olacak. Toplumların 15-20 günde değişmeyeceğini biliyoruz. Ama bir kıpırtı başladı ve bunun gayet somut etkileri olacağını hissediyorum.


Yerli dizilerin senaryosu zayıf

  • Cep telefonu bile kullanmadığını düşünürsek, nasıl uyum sağlıyor Remzi Ünal modern kriminolojiye?

Telefon, kurguda uzak durmaya çalıştığım bir şey. Zira telefon konuşması sorgulayıcının olayla ilgili herhangi bir ipucunu doğrudan, zahmetsizce edinmesi demektir. Polisiye romana hatta genel olarak kurguya yakışmaz, zeki okur da bundan hoşlanmaz. Oysa yerli televizyon dizilerine bakın, herkesin elinde cep telefonu, sürekli birbirleriyle konuşuyorlar. Bu neyi gösteriyor biliyor musunuz, senaryoların zayıflığını ve o dizilerin kötü çekilmiş olduğunu...


Haber: Gülenay Börekçi

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.