Başrollerinde Jeremy Renner, Rachel Weisz ve Edward Norton’un oynadığı "Bourne"un Mirası’ (The Bourne Legacy) sürükleyici bir kaçıp kovalamaca öyküsü anlatsa da önceki filmleri aratıyor.


2002’de “The Bourne Identity” (Geçmişi Olmayan Adam) ile başlayan 3 filmlik “Bourne” serisi, devletin kontrolünden çıkan mükemmel ajan Jason Bourne’un serüvenleriyle gönlümüzü fethetmeyi başarmıştı. Afganistan ile Irak’ta operasyonlar sürer ve ABD’de militer rüzgârlar eserken, bu seri; derin devletin karanlık, kirli yanlarını hatırlatmıştı bir kez daha. Bu arada, Matt Damon’un oynadığı masum yüzlü, temiz kalpli ajanın tüm dünyada milyonlarca insanı gişeye çekmesi, “Bourne” adını da haliyle markalaştırdı.


Bu markalaşmanın sonucunda karşımıza çıkan 4’üncü film “Bourne’un Mirası”, ilk üç filmin senaryo yazarı Tony Gilroy’un ellerine teslim edilmiş. Robert Ludlum’un romanının bir sinema efsanesine dönüşmesinde büyük katkısı olan Gilroy, bu kez ‘Bourne’ dünyasından orijinal bir öykü çıkartmakla kalmamış, yönetmenliği de üstlenmiş. Ne var ki, netice ilk 3 filmin gerisinde...


Sürek avından kaçış…

Bunun en önemli nedeni, öykünün düz bir ‘kaçıp kovalamaca’ mantığına sırtını yaslaması... Derin devlet, deşifre olmamak için Jason Bourne gibi ölüm makinelerinden oluşan ekibi ve onları laboratuvarlarda yaratanları tümüyle ortadan kaldırmak üzere harekete geçiyor.


Filmin başında Alaska’da vahşi doğanın ortasında kurda kuşa yem olmadan yaşam mücadelesi verirken tanıdığımız Aaron Cross (Jeremy Renner) ile Doktor Marta Shearing (Rachel Weisz) de omuz omuza verip bu sürek avından kurtulmaya çalışıyor. Öykü, film boyunca pek de ilgiye değer dramatik çatışmalar ve durumlar sunamıyor.


Bunun yerine, devletin teknolojinin bütün imkânlarıyla sürdürdüğü bir takip anlatılıyor ki bunun örneklerini çok gördük. Filmin bir handikapı da seyirciyi yakalamakta gecikmesi.


Önceki filmleri ve karakterleri iyi hatırlamayanların işi zor. Bir an önce filme dahil olmak isterken; bilmediğiniz, hatırlamadığınız bir sürü isim çıkıyor karşınıza. “Kovalayanlar” tarafındaki kişi bolluğu ve bu cephede Edward Norton’un canlandırdığı dışında birbirinden ayrışan karakterler olmaması da filmin aleyhine...


Hızlı ve şık kurgu

Gilroy, ilk 3 filmden farklı olarak bir “Dr. Frankenstein aşısı” yapmış öyküye. Marta, Dr. Frankenstein’i, mavi ve yeşil hap bağımlısı Aaron Cross da onun canavarını hatırlatıyor ama aşı pek tutmuyor.


Aksiyon sahneleri de geçtiğimiz haftalarda seyrettiğimiz “Kara Şövalye Yükseliyor” ve “Gerçeğe Çağrı” gibi filmlere oranla daha sönük. Gilroy, her şeyi kısa planlar ve kurgu oyunlarıyla çözmeye çalışmış. Oysa Christopher Nolan’ın ‘Batman’ serisinde bir kez daha kanıtladığı gibi aksiyonda her şey kurgudan ibaret değil. Yazıp yönettiği “Michael Clayton” ve “Duplicity” gibi filmlerde daha yaratıcı bir yönetmenlik ve yazarlık sergileyen Gilroy, aksiyon konusunda vasatın üstüne çıkmakta zorlanıyor. Filmin avantajı, Amerikan usulü hızlı ve şık kurgusu. Görüntüler akıyor ve akıyor... Siz de kendinizi kaptırıyorsunuz. Ama geriye çok ciddi bir şey kalmıyor.


Haber: Mehmet Açar

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.