“Martininin pembesi var mıdır?” dedi Gargamel durup dururken. “Oğlum” dedim “Ne bileyim, artık her türünü yapıyorlar. Ama Pink Martini diye bir grup var onu biliyorum” Kıkır kıkır gülüyor… “Aferin patron” dedi. Meğer beni deniyormuş. Bizimki her ne kadar salak olsa da boşa konuşmaz. Yine dilinin altında bir bakla olduğunu anladım. Pink Martini’nin Türkiye’ye konsere geleceğini de biliyorum “Anlat bakalım, neler duydun yine” dedim. “Pink Martini'nin büyük bir sürprizi var Türklere” dedi…


Şimdi siz bu sürprizi öğrenmek istiyorsanız müsaadenizle biraz daha bekleyeceksiniz. Aslında Pink Martini’nin ‘Que Sera Sera’ cover’ını çok severim ama grup hakkında fazla bilgim yoktu. ‘Madem bir yazı yazıyoruz tam olsun’ dedim ve bizim Google Sarp’ın engin bilgisine başvurdum. Efendim, bu grup aslında Amerika'da sosyal toplum kuruluşlarına, politikacıların yardım etkinliklerine destek vermek isteyen Harvard’lı bir genç tarafından kurulmuş. Thomas Lauderdale önceleri tek başına bu etkinliklerini götürürken sonra yine okuldan arkadaşı China Forbes’u almış yanına. Thomas bir gece kafayı çekip ‘Gruba ne isim koysam’ diye düşünürken de bu ismi bulmuş. Yardım gecelerindeki performansları alıp yürüdükçe Pink Martini’nin hem ünü, hem kadrosu büyümüş. Bugün 10 ile 12 kişi arasında değişen grup elemanları dünyanın her yerinde konserler veriyor, hayranlarına hayran katmaya devam ediyor.


Sarp’a sorarsanız “Onların konserlerinde kimi zaman kendinizi bir karnavalda, kimi zaman Berlin’de bir kabarede, kimi zaman da 1930’ların Fransa’sında bir müzikholde gibi hissediyormuşsunuz” (Bunları da bir yerlerden okumuştur ya, yüzüne vurmadım)


Pink Martini'nin bir başka özelliği de İspanyolca'dan, Japonca'ya, Yunanca'ya kadar pek çok dilden şarkı söylemeleri. “Şimdi bunlara bir de Türkçe eklenecek diyelim” ve sürprizimize bu bağlantı ile geçelim.


Pink Martini Türkiye konseri öncesi, bizim Yeşilçam filmlerinin şarkı albümlerine sarmış. Bunu duyunca önce sakın Türkan Şoray’ın ‘Tamba Tumba’sını dinlemiş olmasınlar” dedim. Ama adamlar işi ciddiye almışlar. Bir sürü eski albüm toplamışlar, kılı kırk yarmışlar ve birinde karar kılmışlar; Yıldırım Gürses’in “Aşkın bahardı, ümitler vardı” şarkısını Belkıs Özener’in sesinden kim bilir kaç Türk filminde dinlemişizdir. Şimdi Pink Martini bu şarkıyı da repertuarına almış ve konserlerinde kullanacakmış. Grup 9 Temmuz'da Ankara’da konser verdikten sonra ayın 19'unda İstanbul Kuruçeşme'de sahneye çıkacak.


Tabii biz bu yazıyı yazınca işin sürprizi kayboldu. İster misiniz Pink Martini de bana bir kazık atıp Ankara konseri ardından İstanbul’da ‘Aşkın Bahardı’ yerine, ‘Ankara’dan Abim Geldi’yi söylesin...


Hayatın garip cilvesine bakın ki Arthur Miller ile evlenip, John Kennedy’i kendine aşık edecek kadar zeki bir kadın olan Marilyn Monroe ‘aptal sarışın’ lafının simgesi olmuş dünyada... Ona bu lakabı yapıştıran aptallar düşünüp dursun bakalım… Marilyn deyince once alttan gelen rüzgârla uçuşan bembeyaz etekler ve dünya güzeli bacaklar canlanır gözümde. Sonra da havuzdan çıkmak üzereyken çırılçıplakmış hissini veren o unutulmaz fotoğraf… Ölümünden yıllar sonra ortaya çıkan ve Vanity Fair dergisinde okuduğum bir ‘magazin’ haberi Marilyn’in hırsı ve zekâsı konusunda yeterli ipuçlarının yanı sıra o cüretkâr havuz fotoğrafının da sırlarını veriyor.


Aptal sarışın menekşe gözlere karşı

Yıl 1962… ‘Menekşe gözlü’ Elizabeth Taylor ile ‘aptal sarışın’ Marilyn arasında Türkan Şoray- Filiz Akın misali kıyasıya bir rekabet var. Ama Holywood’un bu iki dişi kaplanının yanında bizimkiler süt dökmüş kedi yavrusu gibi kalır. Neyse efendim Hollywood’un altın çağını yaşadığı o günlerdeki rekabette ibre Elizabeth’den yana görünüyor. Çünkü oynadığı Cleopatra filmi ve rol arkadaşı Richard Burton ile yaşadığı yasak aşk dillerden düşmüyor, manşetlerden inmiyor. Liz bu filmden 1 milyon dolar alırken Marilyn de, Dean Martin ile oynadığı ‘Something's Got To Give’ için sadece 100 bin dolar almış. . Hal böyle olunca da Marilyn küplere binmiş tabii… Anlayacağınız ‘Yıldız Savaşları’ sadece George Lucas’ın çektiği bir filmden ibaret değil.


O günlerde Look dergisi için fotoğraflar çeken 23 yaşındaki genç muhabir Lawrence Schiller öykümüzün bir diğer kahramanı. Filmin fotoğraflarını çekmek için sete gelen Lawrence ile hemen sıkı bir dostluk kuran Marilyn ona planını açıklıyor. O gün bikini ile havuza girme sahnesi çekilecek. “Ben bikini ile havuza atlayacağım, çıktığım zaman çırılçıplak olacağım. O anda ne çekebiliyorsan çekersin. Ama derginin fotoğraflarımı yayınlayacağı sayısında Elizabeth Taylor ile ilgili tek bir satır çıkarsa kıyameti koparırım…”


Bu manevra tabii ki Liz’i gazete sayfalarından aşağıya çekmek için düzenleniyor. Lawrence’ın çektiği fotoğraflardan biri, işte o ikon olmuş, hepimizin bildiği havuz fotoğrafı. Diğerleri ise ne yazık ki yayınlanamıyor, çünkü Marilyn'in kaprisleri yüzünden bu film yarıda kalmış ve vizyona girememiş.


Bugüne gelirsek… Lawrence Schiller ‘Marilyn and me’ kitabını çıkarıyor ve sonunda malum kareleri yayınlıyor. Marilyn ise ölümünden 50 yıl sonra bu hikâye eşliğinde Vanity Fair dergisinin 2012 Haziran sayısının kapağı… Anlaşılan menekşe gözler ile 'aptal sarışın' arasındaki magazin yarışını ölüm bile bitirememiş.


Hazırlayan: İzzet Çapa

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.