Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca, medyada sürekli “dünyanın en genç hyperpolyglotu” olarak bahsim geçti – ender görülen bir hastalık ismi gibi. Kelimenin anlamı aslında şu: çok sayıda yabancı dil konuşabilen kişi – kelimelere ve sistemlere olan tutkusu, bir gramer kitabı ile tek başına uzun saatler geçirmesine sebep olmuş kişi.


Dil eğitimime 13 yaşında başladım. Orta Doğu’ya olan ilgim arttı ve kendi kendime İbranice çalışmaya başladım. Hala anlamadığım sebeplerden dolayı, kısa zamanda İsrailli funk grup Hadag Nachash’a takıldım; her sabah istisnasız aynı albümlerini dinlerdim. Bir ayın sonunda, şarkılarının yirmi tanesini ciddi anlamda ezberlemiştim – ne dedikleri konusunda hiçbir fikrim olmamasına rağmen. Ama şarkıların çevirilerine baktıktan sonra sanki kafamın içerisine sözlük indirmiş gibi oldum; artık birkaç yüz adet İbranice kelime ve ifade biliyordum – herhangi bir ders kitabı olmaksızın.


Deney yapmaya karar verdim. Saatler boyunca, New York’taki mahallemde dolanıp insanların konuşmalarını gizlice dinlemek için İsrailli kafelere gittim. Hatta bazen kendimi tanıtmaya cesaret eder, şarkı sözlerini kafamda yeniden düzenleyip yeni, tuhaf ama ara sıra doğru cümleler kurardım. Görünüşe göre, doğru iz peşindeydim.


Sonra Arapçaya geçtim; her sabah bir sözlük yardımıyla gazete manşetlerini okuyarak ve sokak satıcılarıyla konuşarak çalışırdım. Arapçadan sonra Farsça geldi, sonra Rusça ve sonrasında Mandarin…ve 15 farklı dil daha. Sıradan bir günde, Fransa’daki ve Türkiye’deki arkadaşlarımla Skype yapar, Hint müziği dinler, kucağımda Yunanca ya da Latince bir kitapla akşam yemeği yerdim. Dil, benim için bir saplantı haline geldi – hayatımın her alanında peşinde olduğum bir saplantı.


2012 yılının Mayıs ayında BBC ve The New York Times gibi medya kuruluşları hakkımda haberler yaptı; “20 dil konuşabilen genç!” Bir süre boyunca, her şey bir rüya gibiydi; genelde tuhaf olarak görülen bir hobi, manşetlere taşındı ve elime, dil öğrenimini geliştirmek adına büyük bir fırsat geçmiş oldu.


Bir süre sonra ise, medya ‘anlarım’, düşüncelerimi yayma fırsatı olmaktan çıkıp ürkütücü olmaya başladı. Birçok haber programı, yalnızca kendi reklamlarını yapmak için uğraşıyordu. Böylece modern medya hakkında son derece rahatsız edici, kişisel bir ders almış oldum: amaç yalnızca izleyicilerin dikkatini çekmek olduğunda, bir hikayenin gerçek değeri kayboluyordu.


Dilleri keşfetmeye başladığımda, “konuşma” ve “akıcılık” konularındaki düşüncelerim fazlasıyla romantikti. Ancak sonra şunu fark ettim ki bir dili sözde akıcı bir şekilde konuşabilir; ancak yine de bir şeyleri anlamakta güçlük çekebilirsiniz. İngilizce benim ana dilim; ancak konuştuğum aslında ergen argosu ve Manhattan ağzının karışımından başka bir şey değildi. Bir avukat olan babamı, avukat arkadaşlarıyla konuşurken dinlediğimde, hiçbir şey anlamadığımı fark ettim. Ve kesinlikle bir sözlük olmadan Shakespeare okuyamıyordum. Sözde hepimiz ‘İngilizce konuşuyoruz’.


Polonyalı dilbilim öğretmenim benden daha iyi İngilizce konuşuyor ve konuşmasını aklımın ucundan geçmeyecek kelimelerle süslüyor. Ancak geçenlerde, bir kelimeyi daha önce hiç duymadığı ortaya çıktı. Bu durumda İngilizce ‘konuşamıyor mu?’ Eğer bir dili konuşabilmenin standardı, her kelimeyi bilmekse – nükleer füzyon ve klasik müzik hakkında tartışırken kendini evinde gibi hissetmekse – o zaman neredeyse hiç kimse kendi ana dilini akıcı bir şekilde konuşamıyor.


Bir kişiyi konuştuğu dil sayısına göre değerlendirmek, dilin beraberinde getirdiği şiddetli gücü değersizleştirir. Ne de olsa dil, bir kültürün tarihinin ve dünya görüşünün yaşayan vasiyetidir; birilerinin ego tatminleri için kullanılabilecek bir ganimet değil.


Dil, kendi özgün parçalarımızı eklediğimiz, karmaşık bir ticaret, fetih ve kültür goblenidir. Medyanın spot ışıkları altında olduğum zamanda şunu fark ettim: bir dili konuşabildiğini söylemek birçok farklı anlama gelebiliyor; fiil tablolarını ezbere bilmek, argo konuşabilmek ve hatta farklı bir milliyetten görülmek gibi. Ancak 20 dilde birden asla akıcı olamayacağımı anlamaya başladığımda, bir yanda da dilin aslında insanlarla sohbet edebilmek, kültürel sınırların ötesini görebilmek ve paylaşılan bir insaniyet bulabilmek için bir araçtan başka bir şey olmadığını öğrendim. Bu, öğrenmeye değer bir ders.


(Ted’deki yazıdan çevrilmiştir.)

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.