Ortaokulda kızlarla voleybol oynadım, top, yumuşak diye dalga geçildi, korktum. Oynadığım bebekler elimden alındı, utandım. Kuran kursuna gitmem için geniş ailem ısrar etti, bir deneyeyim dedim, birkaç derse gittim ve suçluluk hissettim. Erkekleri her mastürbasyon yaparken arzulamaktan pişmanlık duydum. Galatasaray futbol takımının hep mağlup olmasını istedim, kazandıklarında karın ağrısı hissettim. İkizler burcuydum, çift karakterlisin dendi. Tek çocuğum dedim, sen bencilsin dendi. Mahallede kadınlara arabasına çağırıp çükünü gösteren bir adam vardı, anneme göstermiş, annem anlattı, donup kaldım. Ateist oldum, yobazlardan nefret ettim. Özel üniversiteyi burslu kazandım, ilk yılımda aşık atacağım diye binlerce lira kredi kartına borç taktım. Elime silah almam dedim, PKK'yı haklı gördüm. Eşcinsel harekete dahil olup belgeseller ürettim, cahil homofobiklerin gözünü açmak istedim. Vegan oldum, her deri ayakkabı gördüğümde gözlerim doldu, çaresizliğe kapıldım.


Yazdığım hemen her bir cümle için bir kimlik politikası mücadelesi var. Bir ezilen var, bir de ezen. Gücünü üstüne uygulayan taraf ve mağdur. Bir kazananın ve bir kaybedenin olmak zorunda olduğu bir dünya. Cinsiyetçilik, ırkçılık, sınıf mücadelesi, antimilitarizm, heteroseksizm, homofobi, yaş hiyerarşisi ve daha tonla kutuplaşma, ayrışma, ötekileştirme. 2000'lerin popüler kelimesi 'ötekileştirme' artık kullanıla kullanıla demode oldu.


Kafa kafaya toslaşan gençleri gördüğümde içim hopluyordu, onlara gerçekleri öğretmek istiyordum. Belediye otobüslerinde seyahat ederken, yanımdaki adamı homofobiden nasıl arındırırım diye kafa patlattığımı hatırlıyorum. Herkes bir gün et yemeyi bırakır mıydı sahi? ‘Belki herkes bir gün düzenli yoga yapar ve aydınlanır’a kadar gitti bu hikayeler zihnimde…


Biyografim dediğim hikayeler zincirini taradığımda, şikayet ettiğim her ne varsa, ama her ne varsa aynı motivasyonla benzerlerini ya da aynılarını yaptığımı hatırlamam işten bile değil aslında. Milli maçlarda hop oturup hop kalktım. Allah babaya inandım ve ondan korktum. Kızları kız oldukları için hor gördüm, aşağıladım. Kırıtık ibneler az kırıtsalar da görünür olmasak diye içimden geçirdim. Tüm burçlara karşı önyargılarım oldu, zenginleri de fakirleri de yeri geldi bokladım. Yogiler bazen çok spiritüeldi, ateistler de bazen çok dik kafalı. Mağdursan şiddet kullanmak hakkındı, güçlüysen değildi diye düşündüm.


Yirmili yaşlarımda ucundan da olsa burnumu birçok harekete soktum, arkadaşlar edindim, işler ürettim, savunuculuk yaptım. Peki ne için? Neyden kurtulmak istiyordum? Neyden korkuyordum? Nasıl bir dünya istiyordum? Kimi değiştirmek istiyordum? Evet, kimi?


Kim değişecekti? Ne değişecekti? Ne yanlıştı? Doğrusu neydi? Neyi beğenmiyordum ve kabul edemiyordum?


Şiddet ortadan kalkacaktı, barış ve sevgi gelecekti. Yalan.


Yalan çünkü bu yaklaşımla olamaz diye düşünüyorum. İnsanlık durumunun hepimiz olduğunu, hepimizin birbirine benzediğini fark etmedikçe dönüşüm gelemeyecek. Her birimizin aynı süreçleri, içine doğduğumuz kültürde seçerek ya da seçmeyerek, yaşadığımızı fark etmedikçe, kendi davranışlarımızı kabul edip, yasını tutmadıkça, benzer davrananları da anlayamayacağız ve arzu duyduğumuz değişim olamayacak. Kendi ayrımcılık içeren düşüncelerimizi, eylemlerimizi artık öyle davranmayı düşünmeyi seçmiyorsak bile yaptık ve insanların kalpleri kırıldı, üzüldüler, bizden uzaklaştılar.


Kimlik politikalarıyla insan ilişkilerini anlamak, çok ama çok büyük bir fili anlamak ve görmek için her bir uzva, parçaya ayrı ayrı bakmak gibi. Tek bir tanesi yetmiyor. O yüzden elli tane var belki. Halbuki aslında bir tane. Bir fil var. Ve bir bakış açısı neden olmasın bütünü görmek için?


Biri biri hakkında konuşuyor; cinsiyetçi olma, bak şimdi de homofobik konuşuyorsun, hayvanla ilgili bir küfür de ederse, türcü oldu şimdi de. Gerçekten birbirimizi bu kavramlar üzerinden dürtmek ve uyandırmaya çalışmak, yani suçlayarak yapmak ne kadar çalışıyor? Gerçekten içimizden geçen şey kendimizin öfkelenmesi ve bunun karşılığında birinin utanması ya da kendini suçlaması mı? Kim haklı kim haksız savaşından mı barış ve sevgi gelecek? Kardeşlik, anlayış ve birlik birbirimize haddimizi bildirerek mi gerçekleşecek? Sevgi duymadan sevgiyi nasıl bekleyebiliriz? İçimizde barış olmadan barışa nasıl katkı sağlarız?


Facebook'ta, hemen her gün, bir an barış isteyen iki dakika sonra birilerine küfür eden ya da birilerini hor gören yorumlar yazan arkadaşlarımı gördükçe üzülüyorum. Hem yaşadıkları içsel karmaşaya, öfkeye, çaresizliğe tanıklık etmekten hem de dünyada birçok varlık için çok güzel bir yaşam hayali kuran kocaman yürekli insanların tetiklenip şikayet ettikleri eylemlerin arkasındaki niyete benzer bir niyetle kendilerini ifade etmelerinden dolayı. Şiddet, birinin kötülüğünü istemekten besleniyor. Kötülük, birine düşünsel, sözel ya da fiziksel şiddet uygulamakla besleniyor.


Birine kadın, eşcinsel, engelli, 4 yaşında, Kürt ya da Beşiktaşlı diye yargı dolu ifadeler geliyorsa, iş yerinde birine, arkadaşının gözüne bakıp merhaba demediği için de yargı gelebiliyor. Yargı yargıdır. Bazı yargılar sosyolojik, bazıları antropolojik, bazıları psikolojik, bazıları politik değil diye düşünüyorum. Yargı duyduğumuzda inciniyoruz. Hangi davranışımızla, hangi seçimimizle, büyük küçük, önemli önemsiz fark etmeksizin inciniyoruz, üzülüyoruz, olduğumuz gibi olmaktan utanıyoruz. Varolmaktan korkuyoruz. Yargıların, yargıları duyunca yaşanılan duyguların hiyerarşisi olamaz diye düşünüyorum.


Acılarıyla görülmek ve yaşadıkları şiddete bir son demek isteyen insanlar, varoluşlarının bir kısmı için savunuculuk yaptılar, binlerce yıllık insanlık tarihindeki içselleşmiş şiddeti görünür kılmak istediler. Lakin artık varoluşun kısımları değil de tümü için eyleme geçme zamanı diye düşünüyorum ya da bunu arzu ediyorum diyebilirim. İbne, fahişe, işsiz, kolu kopuk ya da teni koyu veya mezbahada sırasını bekleyen bir hayvan, nükleer santral için kesilecek ağaçlar, yapılacak yeni alışveriş merkezleri için altı üstüne getirilecek toprağa saygı yerine, parçalara saygı, ilgi yerine, filin tamamına, bütüne saygı, bütüne şefkat ve sevgi.


Steven Harrison diyor ki, ''ötekinde bizi en çok rahatsız eden şey, kendimizde tamamlayamadığımız noktadır. Rahatsız eden ötekiyle, rahatsız olan bu benlik, aslında iki şey değil tek bir şeydir.'' Yani, suçlayacak bir öteki yok. Öteki kendimizi anlamaya yardımcıysa, ayacağımız şey içimizdeki, dolayısıyla evrendeki bütünlük. Lakin, korkumuzun dışına çıkıp da sevmeye korkuyoruz. Halbuki, sevmeye başlarsak insanlık durumunu görürüz, birbirimize ne kadar da benzediğimizi, ortaklığımızı. Aynı duygulara ve ihtiyaçlara sahip olduğumuzu.


Şefkatle farkındalık, açık kalpli farkındalık hali, kendimizi, bir başkasını ya da bir olayı olduğu gibi görür ve kabul eder. Yargıları, etiketlemeleri, hakaretleri, savaşı, yeni doğan bir bebeği, baharda açan çiçekleri, gökkuşağını, acıyı, coşkuyu, utancı, neşeyi, her bir şeyi sadece görür, hepsinin gerçekleşmesine alan tutar. Her türlü düşünceye, duyguya ev sahipliği yapar. Korku, utanç, öfke, acı, çaresizlik, umutsuzluk görüldüğünde dönüşür. Bu zor duyguların görülmeye ve kabule ihtiyaçları var. İnsanların, hayvanların, bitkilerin, dağların, taşların görülmeye ve şefkate ihtiyacı var. İçinde olduğumuz süreçte bazı insanlar kendilerini açık kalpli farkındalık alanına davet etmeye dair pratikler yapıyor ve olan bitene alan tutuyor. Çünkü bizler bedenlerin içine hapsolmuş değiliz, bu gözle görülen bedenler sonsuz bir farkındalık alanının içinde. Bu sonsuz farkındalık alanının içinde olma hali, bir olma hali. Tüm bedenlerin acılarına, kederlerine tanıklık etme hali. Sen-ben, bizler-onlar ayrımlarının olmadığı, düşüncelerin yarattığı benliğin ve karşısındaki ötekinin tuz buz olduğu bir hal. Gerçeği deneyimlemedikçe gerçeklikten konuşamayacağız. Gerçek olan şey, görülen ve görülmeyen her şey. Buna direnmek, olanı beğenmemek acı veren şey, bu kopukluk. Değişim arzu ediliyorsa, bu kabul süreciyle başlıyor. Tüm şiddete ve şiddetsizliğe, bütüne kabul. Ve kabul düşünceyle değil, deneyimle gerçekleşiyor; yargısız, temiz görebilme, hissedebilme. Bu deneyimin enerjisi artacak, tüm acıların ve korkuların enerjisi görülünce azalacak ki şifa gelsin ve eylemlilikle yolumuza devam edelim. Yoksa giderek kangren oluyoruz ve hastalanıyoruz insanlık olarak. Bedenlerin bilinçliliğe, yaşam enerjisine ihtiyacı var. Hastalıklar bedenin açlıktan acı çekmesinden kaynaklanıyor, bilinçliliğin her hücreye nüfuz edememesinden doğan açlıktan.


İnsanlığın şefkate özlemi var. Kendimizin ve birbirimizin acısını, kimlik/olay fark etmeksizin, önyargıların olmadığı bir halle görmeye ve anlamaya özlemimiz var, çünkü herkes aynı yolun yolcusu, aynı duygu ve ihtiyaçlarla... Bunu da ancak açık kalpli farkındalık alanına gelerek yapabiliriz. Çünkü olduğu gibi görülen rahatlar, barışır, barış olur.


Değişim ve şifa, birilerini değiştirmeye, düzeltmeye çalışarak, direnerek, yok sayarak ya da mücadele ederek gerçekleşmiyor. İronik belki ama kişisel ve toplumsal dönüşüm, olana açık bir yürekle tanıklık ederek başlıyor. Belki de bunu öğrenme ve deneme sürecindeyiz. Fiil sevgiyse, kendimizi sevgi olmaya davet edebiliriz. O zaman bütünü görür, bütün oluruz.




Aykut Atasay


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.