İki, üç yıl kadar önce bindiğim otobüslerde, yürüdüğüm yollarda gördüğüm insanların asık suratından şikâyet eder dururdum. Ne vardı onlara, gülümseyen insanlara bile çatık kaşla baktıran şey bilmezdim. Geçtiğimiz cuma gününe kadar… Bu günlerde gülümsemek zor! Çatan kaşları düzeltmek çok daha zor.


Metroya binmeye korkuyorum, yürüdüğüm yolda yanımdan geçen insanlardan korkuyorum, önünde durduğum binadan, büfeden, duraktan korkuyorum. İçim ürperiyor, olası senaryoları yazıyorum “iş çıkışı saatinde, Taksim Metrosu’nda patlatsalar tam kıyamet olur” diyorum ve peşine heyecanla ekliyorum “metrolarda güvenlik yok gibi bir şey nasılsa…”


Haftayı bitirmenin neşesiyle işten çıktığım bir gün. Pardon burada neşe fazla oldu. Korkunç olayların yaşandığı bir haftanın son bulduğu gün, cuma günü, işten çıktım. Konuşulanlardan, yazılanlardan, çizilenlerden etkilendiğimden olsa gerek metroya binmek istemedim, otobüs durağına yöneldim.


Beklediğim otobüs uzunca bir süre gelmeyince önüme gelen herhangi bir otobüse binip Pazartekke’de inmeye karar verdim. Hata yaptım. “Metro insanı bunaltıyor. Yerin altından gidiyorsun, gün yüzü görmüyorsun. Başını kaldırsan dört yanın insan, yol boyunca kafanı eğmek zorunda kalıyorsun” diyen ben, gün yüzü görmediğime şükrettim. Görmediğim sadece güneş, gökyüzü, bulutlar değildi çünkü. Geç fark ettim.


Metronun doğasından olsa gerek yanı başında olan biteni hızlıca geçip gidiyorsun. Otobüs öyle mi? Trafiği var, inmesi, binmesi var, şoförün başka bir şoförle konuşması var, ışığı var… Var da var… O nedenledir ki her şeye daha bir dikkatle bakabiliyorsun. Talihsizliğimden midir bilinmez geçtiğim her durakta nefesimi kesen bir sürü insan, bir sürü olay gördüm üstelik bunları sadece 45 dakikalık yolculuğumda gördüm.


Yumurta topuklu, kösele ayakkabılı bir adamın, yere yatırdığı başka bir adamın suratına attığı tekmeyi gördüm. Elim ağzıma gitti, içten içe “Ah!” dedim sonra “Unut!” Başka bir durakta kalabalığın içinde yere oturmuş, 50 yaşlarında bir teyze gördüm. Kendi kendine konuşuyordu, çok öfkeliydi, bir başına, bir dizlerine vuruyordu. Bakakaldım, otobüsün hareket etmesiyle kendime geldim. Aksaray’a yaklaştıkça gözlerim açıldı, gördüklerime inanamadım. Arapça tabelalı, kırık tabureli mekanlarda döke saça yemek yiyen adamlar ve onları uzaktan izleyen çocuklar... Kendimi, suyu kirlenmiş küçük bir fanusta yüzmeye çalışan bir balık gibi hissettim. Kaçmak istedim.


Daha acısı tüm bu hisleri 24 yaşımda hissettim. 24 yaşımdayım, sevme, sevilme, sevinme çağındayım. Sevemiyorum, sevinemiyorum...


Yazı: Dilay Argün

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.